Nuri GÜRGÜR

Avukat

Pan-Helenizm Ütopyası Yunanistan’ı Yeni Bir Maceraya Sürükler mi?

Yunanistan’ın, bağımsızlığını kazandığı 1827 yılından bu yana, kısa süren az sayıdaki ara dönemler hariç Türkiye politikası daima düşmanca olmuştur. Bunun bazı siyasal gerekçelerinin yanında hamasi duygularla beslenen ideolojik nedenleri de var. Siyasi görüş ve düşünceleri farklı da olsa Yunan halkının çoğunluğu iki yüz yıldır Pan-Helenizm ütopyasını benimsemiştir. Yunan milliyetçiliğinin temelini oluşturan bu ideali besleyen ana damar Türk düşmanlığıdır. Bunun yüksek düzeyde seyretmemesi durumunda, motivasyon kaynağı kuruyacak olan Pan-Helenizm rüyaları boşlukta kalır. Yunanistan’da farklı görüşteki bütün siyasi partiler ve siyasetçiler, halkın desteğini alabilmek için Türkiye karşıtlığı konusunda birbirleriyle yarışırlar.

Yunanlılar Osmanlı yönetimine karşı ayaklandıkları 1821 yılından beri Batılı ülkeler tarafından sürekli desteklendiler; yardım aldılar. Çünkü Batılı aydınlar başından beri, Yunan halkını hayranlık duydukları Antik Yunan/Grek medeniyetinin, felsefi düşüncesinin varisi olarak görüp yakınlık duymuşlardır. Meşhur İngiliz şairi Lord Byron bu duygularının etkisiyle ayaklanma sırasında Mora’ya gelmişti; servetini silah almaları için asilere bağışladı ve 1824’de burada öldü.

Ayaklanma Osmanlı Devleti’nin Mora’da önemli bir ticari merkezi olan, halkının yarısına yakınını Türk ve Müslümanların oluşturduğu Trepoliço (bugünkü adıyla Tripolis) kentinde başladı. Asiler kentte korkunç bir katliam yaptılar. Sokaklardan günlerce kan aktı, otuz bine yakın Türk’ü vahşice katlettiler. Bu katliamlar yarımadanın başka yerlerinde de tekrarlandı. Aslında Osmanlı ayaklanmayı bastırabilecek güce sahipti fakat İngiltere, Fransa ve Rusya buna izin vermedi. Baltık Denizi’nden gelen Rus donanmasıyla birlikte İngiliz ve Fransız savaş gemileri, Navarin’de 84 parçadan oluşan Osmanlı donanmasını kırıp etkisiz hale getirdiler. Ruslar savaş açtılar; İstanbul yakınlarına kadar geldiler. Yapılan barış anlaşmasının en önemli maddesi Devlet-i Aliyye’nin Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımasıydı. Bu çok yönlü yardımlar sonucunda Yunanistan 1827’de resmen kurulmuş oldu.

Yunanistan, bu tarihten sonraki yıllarda Osmanlıya karşı başlattığı hiçbir savaşı kazanamamış olmasına rağmen kuruluşu sırasında elinde bulunan topraklarını yedi kez büyüttü. 1895’de Girit’i Yunanistan’a bağlamaya kalkışınca iki ülke arasında 1897 yalında savaş başladı. Osmanlı ordusu karşında Dömeke’de bozguna uğrayan Yunanlılar, Atina’ya doğru kaçışırken bermûtad İngiltere ve Fransa araya girdi. Yapılan barış anlaşmasında savaşın galibi Osmanlı’ya küçük bir toprak parçası ile ufak bir tazminat verilirken Girit’e özerklik tanınarak bir süre sonra Yunanistan’a bağlanmasının, nüfusun yüzde kırkını oluşturan Türklerin adadan ayrılmak zorunda kalmalarının yolu açılmış oldu.

Benzer bir tablo 1912/13 Balkan Savaşı şurasında da yaşandı. Savaş sırasında Selanik’teki ordumuzun savaşmaktan kaçınarak kenti ve dolayısıyla Batı Trakya’yı Yunan egemenliğine terk etmesini kabullenmeyen Teşkilat-ı Mahsusa mensubu bir grup vatansever, bölgede çoğunluğa sahip Türk ve Müslüman ahaliyle işbirliği yaparak “Batı Trakya Türk Cumhuriyeti”ni kurdu. Fakat Düvel-i Muazzama’nın baskısına direnemeyen Hükûmet, bu grubu geri çekerek bölgeyi Yunanistan’a bırakmak zorunda kaldı.

Birinci Cihan Savaşı’nın galibi İngiltere ve Fransa son yüzyılda Rumeli’de vatanlaştırdıkları toprakları kaybederek İstanbul’a ve Anadolu’ya çekilmek zorunda kalan Osmanlı’ya buraları da çok görüyorlardı. Özellikle müfrit bir Türk düşmanı olan eski Başbakan Gladstone’un selefi olan, onun yanında yetişen Büyük Britanya (İngiltere) Başbakanı Lloyd George ve Dışişleri Bakanı Lord Curzon çok kararlıydılar. Türklerin Batı Medeniyetine ve değerlerine düşman olduklarını, topraklarının esas sahipleri Hristiyan halklara verilip geldikleri Orta Asya’ya geri gönderilmeleri gerektiğini, böylelikle bölgede barışın ve huzurun sağlanacağını açıkça ifade ediyorlardı. Başbakan Lloyd George Avam Kamarası’ndaki konuşmasında, Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’in büyük ve güçlü devleti haline gelmesiyle İngiltere’nin çıkarlarının, müstemlekelerinden ulaşım yollarının güvence altına alınacağını söylüyordu. Büyük Savaş’ta yenilen ülkelere hangi şartları kabul ettireceklerinin görüşüldüğü 1918 Paris Konferansında Yunan Başbakanı Venizelos çok etkili oldu; usta bir politikacıydı, liderlerle yakın ilişkisi vardı. Sonuçta İzmir ve Trakya’nın Yunanistan’a verilmesi uygun görüldü. Ancak İngiltere galip gelmiş fakat yorulmuştu; halkı da savaşmaktan usanmıştı. Venizelos Yunanistan’ın hazırlanan plânın uygulanmasını sağlayacak askeri güce sahip olduğu konusunda kesin teminat vererek İngiltere ve Fransa’yı ikna etti. Böylece Yunan birlikleri 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkarak işgali başlattılar. Ama masadaki hesaplar savaş alanında tutmadı. Son derece olumsuz şartlara rağmen Türk halkı, Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde bu işgal girişimini durdurmayı başardı. Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanması hem Büyük Yunanistan’ı kurma hayaliyle sarhoş olan Yunanlılara hem de onları bu vekalet savaşına yönlendiren dönemin başat emperyalist gücü olan İngiltere’ye atılan etkili bir tokattır, tarihi bir derstir.

Zeki bir insan olan Venizelos bu dersin anlamını doğru algıladı. 1933’te Ankara’yı ziyaret etti, Gazi Mustafa Kemal Paşa ile görüşüp el sıkıştı. Onu Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterdi. Yunanistan’ın çıkarlarının emperyalistlerin taşeronluğunu yüklenmekle değil, Türkiye ile dostluk ve iş birliği yapmakla sağlanacağını görebiliyordu. Yunanların Küçük Asya felaketi diye andıkları maceradan gerekli dersleri almıştı. Böylelikle iki ülke arasında Kıbrıs meselesi ortaya çıkana kadar, 50’li yılların başına kadar süren barış dönemi yaşandı. Türkiye, 2. Cihan Savaşı sonrasında iç savaş ortamında büyük gıda sıkıntısı çeken Yunanistan’a gıda yardımı yaptı. Ancak İngiltere’nin Kıbrıs’tan çekilme kararıyla birlikte Pan-Helenizm hülyası yeniden ortaya çıktı. Kıbrıs Rumlarının siyasi ve dini lideri olan papaz Makarios adayı Yunanistan’a bağlamak istiyordu. Bu amaçla illegal EOKA örgütünü kurdu. Ada nüfusunun üçte birini oluşturan Türk halkı Türkiye’nin güçlü desteğiyle, olup bittiye izin vermedi; Türk Mukavemet Teşkilatı kuruldu. Soruna çözüm bulmak amacıyla İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan görüşmeler sonunda Londra-Zürih adıyla imzalanan anlaşma Cumhuriyet tarihimizin en önemli diplomatik başarılarından biridir. Türkiye bu sayede Kıbrıs’ın yeni statüsünü koruma hakkına sahip üç “garantör ülke”den biri oldu. 1974’de darbe yaparak iktidara gelen EOKA’cı Nikos Samson’un Ada’yı Yunanistan’a bağlama girişimi üzerine uluslararası anlaşmaya dayanan bu hakkımızı kullanarak Kıbrıs harekâtını yaptık. Böylelikle Pan-Helenizm/Megali İdea ütopyalarına bir kere daha dur dedik.

Ekonomik ve siyasal sorunlar altında bocalayan Yunanistan, 1981’de Avrupa Birliği’ne üye olunca buradan sağladığı fonlarla rahat bir nefes aldı. Bu defa Ege Denizi’nde egemenlik haklarını Türkiye aleyhine genişletmek maksadıyla harekete geçti. Lozan’da statüsü belirsiz kalan, üzerinde kimsenin yaşamadığı adacıklara ve kayalıklara yöneldi. Kardak kayalığına askeri bir tim çıkarması üzerine buraya gelen komandolarımızla çatışmanın yaşanması Amerika’nın araya girmesiyle engellendi. Ancak Atina’nın kara sularını 6 milden 12 mile çıkarmaya hazırlanması üzerine TBMM bunun “casus belli” yani savaş sebebi sayılacağını belirten bir karar aldı. Atina Savaşı göze alamadığından fiili bir adım atamadı, elverişli bir fırsat beklemeyi tercih etti.

90’lı yılların sonuna doğru Yunanistan’ın uydu devleti GKRY, Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusu yaptı. Birliğin çatışma ortamındaki bir ülkeyi üye yapmamak hususunda ilke kararı olmasına rağmen Yunanistan şantaj yaptı. Bu başvurunun kabul edilmemesi durumunda AB’nin kararlarını veto edeceğini öne sürerek Brüksel’i tehdit etti. Böylelikle Annan Plânı’nı da reddetmiş olan GKRY’nin üye olmasını sağladı.

Atina, Türkiye’nin Akdeniz’e kıyısı olan Mısır, İsrail, Suriye ile ilişkilerinin son yıllarda dibe vurmasından kaynaklanan boşluğu kısa zamanda doldurmayı başardı. Doğu Akdeniz’de çok zengin hidrokarbon yataklarının bulunduğunun anlaşılması bölgenin ekonomik ve siyasal önemini zirveye çıkardı. Yunanistan kankası GKRY’ni de yanına alarak, bir yandan ABD ve AB ülkeleriyle diğer tandan İsrail ve Mısır ile iş birliği kurarak, gazın çıkarılması ve dağıtımı konularında anlaşmalar yaparak “oyun kurucu ülke” konumuna gelmeye çalışıyor, Türkiye’yi bu oluşumların dışında tutarak siyasal ve ekonomik alanlarda izole etmek istiyor.

Türkiye bu oyunun maalesef zamanında farkına varamadı. Yunanistan İsrail ve Mısır ile deniz yetki alanları ve çıkarılacak gazın taşınması konularında anlaşmalar yaptı. Oysa İsrail kendi sahasında çıkan gazın en az masrafla Avrupa’ya iletilmesinin Türkiye üzerinden olacağını bildiğinden Ankara nezdinde 2008 yılından itibaren girişimlere başlamıştı. Biz son üç yıldır Güney komşularımızla ilişkilerimizi düzeltmeye çalışıyoruz; oysa bu rasyonel tavrı çok daha önceden almalıydık.

Yunanistan, Kıbrıs konusunu doğrudan bir AB meselesi haline getirmeyi başardı. Şimdi de aynı şeyi Ege Denizi, kıta sahanlığı, kara suları ve hava sahası konularına yapmak istiyor. Miçotakis’in geçen ay ABD Kongresi’nde Türkiye’yi şikâyet eden hatta suçlayan, F-16 verilmemesini isteyen konuşması ayakta alkışlandı. ABD, Girit’ten sonra sınırımıza 25 km uzaklıktaki Dedeağaç’ta çok büyük deniz ve hava üssü kurdu. Oysa Lozan’da sınırın her iki tarafında 30’ar km’lik alanın askerden arındırılacağı yazılıdır. ABD Yunanistan’ın başka yerlerinde de üsler kurarak ülkeyi askeri kışlası haline getiriyor. Miçotakis bunların Türkiye’nin tehditlerine karşı önlem olduğunu söyleyerek muhalefeti susturuyor. Ekonomik imkanları son derece sınırlı olmasına rağmen Fransa’dan uçaklar ve savaş gemileri, ABD’den F- 35’ler satın alırken, bütçesinde silahlanmaya ayırtılan payı yüzde 65 artırdı.

Adaları 1923 Lozan ve 1947 Paris Antlaşmalarını çiğneyerek silahlandırdı. Oysa bu anlaşmalarda adaların sadece “kullanım hakkının” kendisine verildiği açıkça yazılıdır. 18 adaya ve kayalığa el koydu. 200 yıldır yaptığı gibi Batılı ülkeleri arkasına alarak Ege’yi kendi denizi haline getirmek istiyor. NATO görevi yapan Türk savaş uçaklarına S-300’lerle radar kilitlemesi yapması açık bir meydan okumadır. Uluslararası sularda seyreden kargo gemisine tercih ateşi açmaları Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yüz yıl önceki yenilgilerini hatırlatmasına ve “bir gece ansızın gelebiliriz” sözlerine cevap anlamı taşıyor. Bu tacizlerin devamında, mesela bir balıkçı gemimize ateş açılması durumunda nelerin yaşanacağını kestirmek zordur. Ancak gerilimi tırmandırarak, Türkiye’yi sindirerek Ege’de amaçlarına fiilen ulaşmak isteyen Yunanistan ateşle oynuyor. 9 Eylül 1922’de askerleri İzmir’de denize dökülürken kendilerini buralara gelmeye yönlendiren Lloyd George akıbetlerine nasıl seyirci kaldıysa, benzer bir durumda karşılaşacağı tablo çok daha farklı olmayacaktır.