Anlatma ihtiyacının hikmetle bezeli olması ise insanlaştırma ürünüdür. Hangi alana ait olursa olsun hikmete yakınlaşma anlatmayı değerli kılar.
Anlatma, içindeki iletiyi, mesajı, anlatanın ilgisini çekme niyetiyle yapılandırmasıdır. Bu da “aynen anlatı” yerine gerçeğimsileştirmedir. Hocamız, ‘Estetik hassasiyet ile biçimlendirilmiş, gerçeğimsilikle bezeli olay taşıyan metinlere’ tahkiyeli eser denilmesini öneriyor.
Şairler vak’aya değil izlenimlerine dayanarak tefekkürlerini ortaya koyarlar. Şiir nitelikli bütünlükler hikmete dönük yüzleriyle, bilgelik yansımalarıdır. Anlatma ihtiyacının nesirli edebî bir dille gerçekleştiği yapılar ise destan, masal, hikâye, roman, piyes adlı örneklerdir.
‘‘Tarih adlı şahidi olmadığımız zamanlara ait bilgileri sunma yolu, kişilere ve topluluklara türü ve şiddeti farklı bilinçler kazandırır. Siyasî, askerî, dinî tarih yanında, edebiyat tarihi de bir bilinçlenme aracıdır. Edebiyat tarihi, kültür tarihinin önde gelen bir kısmı olup toplumun edebiyattan sayılan kaynaklarına yansımalarını az tartışmalı hükümlere dayanarak oluşturulan bilgilerdir. Edebiyat bilimcileri ortak kavramlarla, ortaklaşmış yöntemli sorularla metinleri tahlil ettikçe, kültürün önde gelen yansıma alanı olan edebiyat tarihi de muteber hükümlerle var edilmiş olacaktır.’’
Tüm bu düşünsel seyrinden anlaşılıyor ki hocamız, en çok insanın hakikatini anlama ve anlatma derdinde. Deminden beri aktardığım cümleler onun şu örtülü hükmü paylaşma ihtiyacının anahtarı olsa gerek: İnsan anlatmanın her türünde, hakikatin bir yerine dokunma çabasını ortaya koyma gelgitleriyle ömür tüketiyor.
Mevlânâ’nın fil hikâyesinde de olduğu gibi daha önce hiç fil görmemiş birkaç kör adam sırayla file dokunur ve dokunduğu şeyin ne olduğunu söyler. Biri hortumuna dokunur, ‘‘Bu bir boru’’ der. Biri kulağına dokunur ‘‘Bu bir yelpaze’’ der, biri dişlerine dokunur, ‘‘Bu bir kılıç’’ der, biri karnına dokunur ‘‘Bu bir duvar’’ der… her biri dokunduğu parçanın bilgisiyle bir gerçeklik öne sürer ama hiçbirinin söyledikleri filin kendisi değildir. Fili bilmek için fili bir bütün olarak görmek gerekir. Bu aynı bizim bu alemde, bu evrende, karanlığın içinde dokunduğumuz her parçanın bilgisini, bütünü görmeden gerçeklik bu diye öne sürmemiz gibi. Ama biliyoruz ki hiçbiri hakikatin kendisi değil.
Hakikatin mahiyeti nedir? İnsan eşyayı Allah’ın yarattığı hâliyle bilebilir mi? Bu sorular hakikat arayışı yolunda insanlık tarihi boyunca hep sorula gelmiştir. Fakat hakikat Allah’a mahsus bir şey olsa gerek ki verilen onlarca cevaba rağmen hiçbir zamanda hakikat nedir sorusuna emin bir cevap bulunamamıştır. Şöyle bir görüş oldukça hâkim olmuştur: İnsan hakikati tam olarak bulamasa da insan varlıklar arasındaki ilişkiyi bilebilir ve bu bilgisiyle bilim üretebilir. Modern bilim bu ilişkiyi matematikle bilmeyi amaçlamıştır. Varlıkların kendindeki mahiyetini bilemeyiz ama insan dünyasında, varlıklar arasında gerçekleşen ilişkilerini bilebilliriz. Çünkü bu ilişki kozmosu, insanın algısının inşasıyla insan tarafından kurulur. Yani bilim, insan fiillerinin bilgisidir. Bilimin konusu inşa edilmiş hakikatlerdir. Vakadaki hakikatler değildir. Bilmek için inşa etmek gerekir. Neyin ne olduğuna insan karar verir. Sömürgeciler Afrika yerlilerini insan kabul etmeyip iki ayaklı dik yürüyen bir canlı olarak tanımladıkları için onları rahatlıkla alıp satabilmişlerdir. Hakikat biz ne dersek odur. Sömürgeci güç sahipleriyle, güce maruz kalanlar arasında hakikat bu inşadan çıkar. Toplumsal inşalar belirli güçlerle inşa edilir. Günümüzün hakikatini ise artık yapay zekâ inşa edecektir. Varlıkların, toplumların insanların ne olduklarına artık onlar karar verecektir. Bir zamanlar Doğu’yu inşa edenler, onun karşısında bir Batı inşa ettiler.
Doğu düşünce dünyasına baktığımızda ise genel olarak, özelde ise Fârâbî’ de olduğu gibi insan, beden olarak fizik dünyanın bir parçası olsa da mânen ilahî olana bağlıdır. Dolayısıyla bu özelliği ile hakikati bilebilir. (Fârâbî burada Aristo’yu aşar). İnsanda fiziki olanın dışında özel bir kabiliyet vardır. Ona ihtiyar denir. Bu fâil-i muhtâr olan Cenabı Hakk’ın insandaki özel bir tecellisidir. İnsan ihtiyar üzerinden ilahi olanla irtibatlıdır. Bunun en güzel örneği Nübüvettir. İnsanın yeryüzündeki özgürlüğünün imkânı ve sınırları Nübüvet ile tahakkuk eder. Nübüvet olmasaydı, insan ihtiyarına, iradesine örneklik eden etkili bir uyarı bulunmayacaktı.
Ruh ve bedenin buluşma noktası nefsdir. Kendililik bilincine sahip varlığa nefs denir. İnsan denilen canlı, evrendeki milyarlarca çeşitli varlıktan oluşan âlem gibi, çok katmanlı bir varlıktır. Mikro âlem makro âlemdir. Fizik âlem(beden), gayb âlem(ruh), ilahî âlem(Tanrı). Yaratıklar âlemi kendine has alt âlemlerden oluşan varlıklar topluluğudur. Sayısı bilinmeyen çeşitli varlıkların kaderlenmişlikten doğan değişmez hakikatleri ayrıdır. Bir ortak hakikate bağlı, fakat çok katmanlı gerçeklikler âlemlerinden, çok katmanlı farklı bilgi türleri var olur. Modern bilim ise sadece deney ve gözleme dayalı pozitif bilimi gerçek ve doğru kabul ederek, tek boyutlu bir düzlemde kalmıştır.
Cüz’i irade alanı insanın inşa alanıdır. Fakat bu alan hakikatin bir kısmıdır. Mutlak hakikat değildir. İndirgemeci yaklaşımlar hakikati veremez. Felsefenin denizine teğet geçip şunu söyleyeyim: Sadık Hoca her kitabında, her yazısında niçin sorularının peşine düşerek hakikati bulma, anlatma çabası göstermektedir. Hocanın okuduğum bütün kitaplarında hissettiğim, birikimini anlatmak ihtiyacı ile zaman zaman coşkunluk gösteren bir bilge, bir bilgin konuşmaktadır. Onun, felsefe, sosyoloji, psikoloji, İslâmî bilgiler, tarih ile edebiyat alanlarının kavram ve yöntemleriyle epeyce uğraştığı anlaşılmaktadır. Sadık Hoca’nın Ağca Armağanı’ndaki yazısı bu konuda ayrı bir kaynaktır. Hocamız, insanın gelgitlerini anlamak ve anlatmak ihtiyacıyla konuşmakta, yazmaktadır.
Tüm bu yorumlamalarım Anlatmak İhtiyacı yazısının bende yarattığı duygu ve düşüncelerdir. Yazının çok katmanlı özelliğini bir kez daha vurgulayarak, her okuyucunun yeniden yeniden farklı yorumlamalara ulaşabileceğini tekrar belirtmek isterim.
Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim.
KADER EŞ: 1971 yılında Erzurum’da doğdu. İlköğretimi Erzurum’da, liseyi İstanbul’da Validebağ Anadolu Sağlık Meslek Lisesinde tamamladı (1989). Bitlis’in Ahlat ilçesine hemşire olarak atandı. İnönü Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden 1997 yılında mezun oldu. Lise felsefe öğretmenliğine geçiş yaptı. Atılım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi alanında yüksek lisansını tamamladı. Hâlen Ankara’da Millî Eğitim Bakanlığına bağlı bir lisede Felsefe öğretmenliğine devam etmektedir.
ÇİĞDEM CEBECİ: 1994 yılında Ankara'da doğdu. Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden 2017 yılında mezun oldu. Türk Dili ve Edebiyatı, Türkçe, yaratıcı drama ve yabancılara Türkçe öğretimi alanlarında öğretmenlik yaptı. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi yeni Türk edebiyatı ana bilim dalında yüksek lisans yapmaktadır. (BİTTİ)