Değerli okuyucularımın Kurban Bayramını tebrik ediyor, nice bayramlara sevdikleri ve sevenleriyle birlikte ve saadetlerle erişmesini niyaz ediyorum.
***
Din olgusu, insanın doğuştan berâberinde getirdiği bir duygudur. İnsan, her zaman ve her yerde yüce, kudretli ve ulu bir varlığa sığınma, ona güvenme ve ondan yardım dileme ihtiyacını hissetmiştir. Bu sığınma ve güvenme duygusu, din ile karşılanmaktadır.
İnsan, yapısı itibâriyle dine muhtaçtır. Din, insanların en çok muhtaç olduğu; güven duygusu, doğruluk, güzel ahlâk, yardımseverlik, temizlik, huzur ve mutluluk gibi özellikleri verdiği için önemli ve lüzumludur. İnsan ruh ve bedenden ibârettir. Bedenî ihtiyaçları karşılamak nasıl hayatın bir gereği ise, mânevî varlığın devamı da ruhî ihtiyaçlarının karşılanmasına bağlıdır. Onun bu ihtiyaçlarını karşılayan en köklü müessese ise dindir. İnsanın, yüce bir kudretin mevcudiyetini kabul edip ona yönelmesi, duâ ve niyaz ile ona sığınması, doğuştan getirdiği sığınma, güvenme ve bağlanma duygularının en güzel karşılığıdır. Bu güvenme, sığınma ve bağlanma duyguları İnsanda öylesine köklüdür ki târih boyunca bütün insanlar şu veya bu şekilde bir kişi, nesne veya varlığa mukaddeslik ve yücelik atfedip bağlanmışlardır. Kendisine yönelinecek, sığınılacak en mükemmel varlık ise şüphesiz kâinatın yaratıcısı olan Cenâb-ı Allah'tır. Çeşitli dinlerde farklı isimlerle anılan, çeşitli şekillerde tasvir edilen yüce kudret veya mukaddes varlıkların özünde bu inanç yatmaktadır.
Her şeyi var eden bir yüce kudretin mevcudiyetini kabul edip ona bağlanmak insanı kuvvetlendirdiği gibi; duâ, niyaz ve Allah'a sığınma insanı yüceltir. Din fertleri mukaddes duygu ve alışkanlıklarda birleştiren, yücelten ve geliştiren bir kurumdur. Din insanlara yön verip, onları iyi ve faydalı şeyler yapmaya yönlendiren bir hayat nizâmıdır.
Din aynı zamanda ahlakî bir müessese olarak insanlara yön veren, en mükemmel kanunlar ve en sıkı nizamlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve yönlendiren bir disipIindir. İnsanın psikolojik yapı ve yaşayışında karşılaştığı yalnızlık, çâresizlik, korkular, üzüntü ve sarsıntılar, hastalıklar, musîbet ve felâketler karşısmda ona ümit, teselli ve güven sağlayan en son sığınak din olmuştur. Ayrıca dînî yaşayışın insanı ruhî bunalımlardan koruduğu; kendisine ve çevresine karşı daha hassas ve dengeli yaptığı bilinmektedir. Dindeki âhiret inancının hem dünya hayatındaki davranışlarda etkili olduğu hem de insandaki ebediyet duygusuna cevap verdiği ortadadır. İnsanlığın mânevî ve zihnî gelişmesinde dinin önemli payı vardır.
İnsan; içinde bulunduğu evreni, yaşadığı hayatı, olayları ve hepsinden önemlisi bizzat kendisini anlamlandırmak ister. Bu anlamlandırma gayretinde her insan zihnî kapasitesi ölçüsünde kendisine ve kâinata dâir sorular sorar. ‘Ben kimim, nereden geldim ve nereye gidiyorum, hayatın mânâsı ve maksadı nedir?’
Bu sorular dâima insan zihnini meşgul etmiştir. Bu sorulara dinin öğreti ve açıklamalarına başvurmadan doğru ve doyurucu cevaplar vermek mümkün değildir. İç dünyamızda tartışmasız yer alan sonsuzluk ve mükemmellik isteği de bu mânâ arayışına eklendiğinde kendi sınırlı varlığımız ve aklımız bu isteklerin karşılanmasında yetersiz kalır. İşte din, hayatımızın bütün istikametini belirleyen bu mânâ arayışında en etkili faktör olarak bize yön verir. Çünkü insanoğlunun kendi zihnî kapasitesiyle ürettiği ilim, varlık âlemini açıklarken 'nasıl' sorusunun cevabını bulmayı hedefler. Din ise 'niçin' sorusunun cevabını verir.
Kimlik ve mânâ arayışı ile ilgili sorular esâsen dinî nitelikli sorulardır. Ve bu tür sorulara dinin rehberliğinde bulunacak cevaplar yaratılışımızdaki iki aslî unsura -beden ve ruhumuza- hitap ettiği için benliğin bütünlüğünü koruyarak insanın fıtratına yabancılaşmasını önler. Çünkü insan ve hak din; her ikisi de aynı kaynaktan, tek bir Yaratıcı'dan geldiklerinden bozulmamış halleriyle dâima birbirleriyle uyum içindedir.
İlk insandan bugüne kadar târihin hiçbir döneminde tamamen inançsız bir topluluk görülmemiştir. Kimi bâtıl inançlarla avunmuş, kimileri de Allah’a dayalı bir inanca yönelmiştir. Dinin etkilemediği hiçbir cihanşümul düşünce de üretilmemiştir. Kendi varlığımıza ihânet etmeden ve insanın yeryüzündeki şerefli varlığını küçük düşürmeden tâbi olacağımız dinî düşünce sâdece İlahî kaynaklı olanıdır. Nasıl ki her ihtiyacımızın evrende bir karşılığı varsa, yaratılışımızdan gelen mânâ arayışımızın karşılanması için de Cenab-ı Allah, ilk günden itibâren insanı rehbersiz bırakmamış, kendi hâline terk etmemiştir.
İnsanların ürettiği inanç sistemlerinin de bu ihtiyacı karşılayacağı iddia edilebilir. Bu aynen açlık, susuzluk gibi temel ihtiyaçları karşılanmayan insanların bu maddelerin yokluğunda onların yerini tutabilecek benzerlerine yönelmesi gibidir. Tertemiz, bozulmamış bir kaynaktan akan suyun, insan bünyesine uyumu nasılsa, bozulmamış ilâhî bir ilmin, insan fıtratına uyumu da odur. İnsanı başkalarına kul etmez, sığınma ve yardım isteme ihtiyacı karşılığında kişiliğini esir almaz. Kendisinden kopup geldiğimiz Yaratıcı ile mânevî mânâda yeniden birleşmemizi sağlayarak bize tamamlanmışlık duygusu yaşatır.
Dindarlığını bilinçli olarak yaşayan herkes, dînî değerlerin hayatımıza bir mânâ kattığını, bize hayat için bir plan ve hedef sunduğunu, yol gösterdiğini, içimizdeki boşluğu doldurduğunu, hayatımızı zenginleştirdiğini, geleceğe yönelik bir bakış açısı kazandırdığını çok iyi bilir. Kendimize çevrilmeyen dindarlık, hakikî dindarlık olmadığı gibi dine başvurmayan kimlik ve mânâ arayışının bulacağı cevap da hakikî cevap değildir.
Din ahlâkî bir müessese olarak, insanları kendi iç dünyalarından kaynaklanan bir güçle harekete geçirir. Kendisine, Yaradan'ına, topluma, canlılara ve varlıkların hepsine karşı sorumluluk duygusuyla kuşatarak İlahî irâdeye uygun davranmayı telkin eder. Bu sebeple, insanı yaşanan hayattan soyutlayarak câmilere, mezarlıklara ve vicdanımıza hapsetmek dinin özüne aykırı hareket etmek demektir.
Yüce dinimiz İslam'ın, insanlar arasında karşılıklı güveni sağlamak, toplumun huzur ve mutluluk içinde yaşamasını temin etmek için ortaya koyduğu en önemli ahlâkî değerlerden birisi de doğruluktur.
Doğruluktan ayrılmayan insanların bulunduğu toplumlarda herkes; kötülükler, haksızlıklar, adâletsizlikler, ahlâksızlıklar ve her türlü istenmeyen durumlardan uzaktır. Bu ise insana huzur ve güven verir. Huzur ve güvenli ortamlarda insanlar mesut olurlar.
(Oğuz Çetinoğlu: Türkler Nasıl ve Niçin Muslüman oldu? Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul 2013)