Sizi gidi, sizi!.. Ne çocuklarmışsınız be!..
Biraz yaramaz, biraz haylaz hattâ biraz haşarı, biraz muzip, bâzen suskun bâzen de hazırcevap…damga hazır: Zamâne çocuğu!..
Bunların hepsi, nazlanmak ister!..
Bana, böyle bir fırsatın verildiğini söyleyemem! Kime nazlanacaksın?
Nazlanmak da bir başka güzellik, bir başka sevgi gösterisidir!..
O zamanlar, ikisi ölü, beşi hayatta olan, yedi çocuklu bir ailenin ikinci ferdiydim. Onbir-oniki yaşlarında, içine kapanık bir çocuktum!..
Nazlanmak, haşarılık, yaramazlık, haylazlık, muziplik, artık benden küçüklere mahsustu!.. Onların yanında oldukça büyüktüm!..
Hep çıngırak sesleri ve kuş ötüşleriyle yaşamayı tercih ederdim ammâ onlardan da yeterli istifadeyi sağlayamadım, olmadı...
Düşünmeden olmuyor!..
Babaanneye,- asıl mânasıyla-, nine dediğimiz günlerdi…Nine ve dede kelimeleri o kadar zarîf ve mânalı ki, “büyükanne”, “büyükbaba” demenin özündekinin ne olduğunu da çok sonraları farkettim!..
Şimdiki gibi, sosyal patlamalar, pariteler, reytingler gibi kelimeler de yoktu. Her şeyde, sadelik hâkimdi!..
Kırkların başlarında doğmak ve İkinci Cihân Harbi yıllarında bebek olmak bir başka şeymiş!..Mısır koçanını el değirmeninde öğütüp, onun mamasıyla büyümek ve büyütülmek de maharet istermiş!..
İkinci çocukluk yıllarım olan ellinin ortaları, Türkiye’de bir değişim yaşandığı yıllardı: Radyo görmüş ve dinlemiştim. Kasabada, şoför Hüseyin amcanın taksisi, Bıyık Mehmet amcanın kamyonunu ve Dumanoğlu Mehmet’in taksisini de görmüştüm…
Bisiklete binenlere rastlardım!..
Bir gazete bayii vardı ve gazeteci çocuk, koltuğunun altına aldığı gazeteleri, Hürriyet, Tercüman, Cumhuriyet, Son Havadis, Milliyet… diye bağırarak satmaya çalışıyordu. Hem bağırıyor hem de hızlı hızlı yürüyordu. Sanki, kendinden başka gazete satıcısı vardı!..
Fotoğraf çektirmek için, şıpşıkçı denilen köşebaşı fotografçıları bile yoktu!..
Bir gün, öğretmenimiz, bizi, postahâneye götürmüştü. İlkokul kaçta olduğumu hatırlamıyorum ammâ boyumuz, arkasında memurların bulunduğu tahta tezgâha yetişmiyordu bile!..
Öğretmenimizin işareti üzerine, bir memur, manyetolu telefonu, bizim görebileceğimiz bir seviyede yukarı kaldırarak:
-Çocuklar, dedi, işte, telefon budur!..
-Vay be!... Demek ki, telefon buymuş!..
Buna rağmen, birçoğumuz, ayak parmaklarımız üzerinde yükselerek, büyük bir heyecan ve hayretle bu âleti görmenin sevincini ve mutluluğunu yaşadık!..
Memnuniyetimin ve bahtiyarlığımın tarifi yoktu!..
İşte, ne günlerdi o günler denilen günlerin zamâne çocuklarıydık!
Herkes, belli bir yaşa gelince; dönüp geriye bakıyor, sanki o günler bugünkünden çok daha refah sunmuş gibi, ne günlerdi o günler, deyip hasret gideriyor!..
Varlıklı bir ailenin çocuğu olmama rağmen, giydiğim ceketin kolları, parmak uçlarımı da içine alıyordu.
Yâni; o ceketin, birkaç sene giyilmesi gerekiyordu!..
Ben; ninemle aynı odada yatıyordum. Dedem, ellide vefât etmişti. Dul ninem, dedemden bir yaş büyükmüş ve dedem, hacda vefât ettiğinde yetmiş yaşındaymış!..
Dediğim dedik bir kadındı…Bugün, tam olmasa bile böylelerine otoriter, diyorlar!... Bana sorarsanız, tam bir Osmanlı Türk kadını!..
Çünkü, korumasını da bilirdi, sevmesini de… Tam hâli, dirâyetli kadındı!..
Bu yaşların çocuğu, kırlangıç gibidir! Pır pır uçar! Kanatlarını, bir oraya, bir buraya çarpar, kırılır, ses çıkarmaz bile!..
Ben de öyleydim!..
Sarı şeritli okul şapkalarımız vardı! Terek üstünde Ay-Yıldızlı kokart bulunurdu…Güven verirdi!..
Ay-Yıldız, başka bir gurur vesilesiydi!... Türk olmanın ispatıydı, âdeta!..
Geceleri gaz lâmbalarıyla aydınlanırdık…Tabiî ki, elektrik yoktu!.. Beş numara, yedi numara ve ondört numara gaz lâmbaları vardı...
Ondört numara, her evde bulunmazdı…Daha çok gaz harcardı ve kalabalık ailelerde bulunurdu!..Bizde hepsinden vardı…Hem kalabalık hem de varlıklı sayılırdık...
Sayılırdık da o zamanlar ne buzdolabı vardı ne bulaşık makinesi ne çamaşır makinesi… Ne telefon vardı ne bilgisayar!.. Ne de balkonlu bir köy evi!..
Şunu söyleyeyim ki; dedem vefât ettikten sonra, babam, tek katlı evimizi yıkıp, üç katlı ve balkonlu ev yaptırmıştı!... Bu, bizim köyde, bir ilkti!..
Radyomuz bile vardı ammâ onu daha çok babam açardı…Bozulur diye ve babam kızar diye de dokunamazdık ona!.. Duyarsa kıyamet kopardı!.. Çok kızardı!
Bir gece, hangi mevsimdi hatırlayamıyorum, ders çalışırken ninem benden önce uyumuş ve ben de uyuyakalmışım…
Yetmişini aşmış bir kadın ve bir zamâne çocuğu!..
Yanyana serilmiş iki yer yatağında yatıyorduk!..Yatak dedimse, öyle işte!..
Masa falan elbette ki, yok!..Yüzüstü uzanmış, yastığı göğsümün altına almış, ders çalışıyorken, dalmışım!..
Dapdaracık odada, gaz lâmbası nasıl kokar bilenler, bilir!... İsli lâmba, gözlerinizi nasıl büzer ve genziniz nasıl yakar, yine bilenler, bilir!..
Ninem sabah namazına kalkınca bakmış ki, feci bir hâl!..
Lâmbanın gazı bitmiş, fitili kömür olmuş, odayı koku sarmış!..
-Aman Allah’ım! Diye bağırışıyla uyandım. Şaşkındım!.. Korkmuştum!..
Kime ses duyuracak ki!..
Beni, kollarının arasına alıp, bağrına basıp, “Lâ havle.” çekti:
-İyisin, değil mi? Çok şükür, çok şükür! Deyip, hemen pencereyi açtı.
Odanın kaç penceresi mi vardı? Tabiî ki, bir!... Ufacık bir pencere!..
Ben, bütün ürkekliğimle ve korkumla, mâsum mâsum ona bakıyordum...
Ninemin ise, korku ve mutluluk arasındaki sevinci yüzünden okunuyordu…
Evimiz, karşıdan, denizi görürdü…Kuş uçuşu, ikiyüz metrelik bir mesafesi vardı…Biraz yüksek olduğumuz için, elimizi uzatsak, sanki dokunacak gibiydik!...Sabahın serin rüzgârı, beni de kendime getirdi…
Bu deniz rüzgârına ne kadar hasrettim, kimse bilemez!..Bunca yakın olunmasına rağmen, bir defa olsun, suyuna ayaklarımızı sokamazdık…Mâlûm: İş-güç!..
Zamâne çocuğunun yapacak başka çok işi vardı!..
Diyeceğim o ki ne çıngırak seslerine ne de çeşit çeşit kuş ötüşlerine doyabildik!..
Bunca kardeş, onca iş-güç ve meşgale ve okul vakti de dersler, çocukluğumuzu alıp götürüyordu.
Ne yazık ki, bizim buralarda, bütün çocukların hâli böyleydi!.. Belki de Türkiye’de!..
Önceleri, kara ocağa, sonraları kuzineye ve sobaya odun kesmek, güğümle, zar-zor akan oluklardan su taşımak, birkaç inek bir arada onları gütmek ve yeri geldiğinde de kendinden küçük kardeşlerine bakmak, bu, çok basit işlerdendi!..
Musluk mu vardı ki, ondan su damlasındı!..
Sacayağının üstüne sacı yerleştirip, altında ateş yakmak da bir işti!..Bilekinin kızması için, onun da içine odun yerleştirip tutuşturmak da…
Çünkü…çünkü, annemin bazlama yapması için sacayağı, hamsili veya otlu ekmek yapmak için bilekinin kızdırılması şarttı!..
Bizim köyün adını da söyleyeyim bâri!.. Vardallı Köyü!.. Beşikdüzü’ne bağlı!..
Köyümüzde, Çamlık Deresi üzerinde, birbirine yakın iki su değirmeni vardı..Şimdilerde, biri işlemiyor; diğerinin de aslı bozulmuş olsa da bir ‘taşı’ çalışıyor!..Numûnelik!..
Biri; numûnelik dediğim, akrabamız Osman amcamızın; diğeri de, Kâmil amcanındı. İkisini de sever, her iki değirmene de mısır öğütmeye giderdim!..
O zamanlar, yollarda şimdiki gibi taksiler, kamyonlar, motosikletler yoktu… Katırlar, atlar ve eşeklerle nakliye yapılırdı… Ağır hastalar, sallarda doktora götürülürdü! Tabiî ki, çok uzak mesafeler hâriç, her yere yaya olarak gidilirdi!..
Ev de azdı… Kâmil amcanın değirmenine, birkaç yüz metrelik bir inişle inilirdi…Elbette ki, bu inişin, bir de yokuşu vardı ki, çok zordu, onu çıkmak!... Hem de sırtında öğütülmüş mısır torbasıyla!..
Her tarafı fındıklık, ağaçlıktı ve çok tenhaydı… Bir çocuk için korkulacak durumlar olabiliyor, her an, en azından bir köpekle karşılaşabiliyordu…
Annem, koca mısır torbasını sırtıma yükleyince, hep bunları düşünür, kesinlikle ağzımı açamazdım.
“-Ben, oraya, gidemem, demek için cesâret isterdi…
Çünkü; annem; hemen sonucu işâret eder:
-Bak, der, baban, akşam eve gelince biliyorsun haaa!...
Akan bütün sular, bu cümleyle durur, sırtına torbayı yüklenir, Osman amcanın mı, Kâmil amcanın mı değirmenine gideceğimin hesabını yapardım…
Her iki değirmene gidişimde de aynı zorlukları yaşar, kalbimin küt küt attığı zamanlarda, aklıma hep ‘dayak’ meselesi gelir, yürür giderdim!..
O yıllarda, babam ve arkadaşları, akşamları bir araya gelir, bizde toplanır, şundan bundan söz eder, şaka-şamata zaman geçirirlerdi.
Onların, ne kadar çok şey bildiklerini düşünür, zaman zaman da hayretle ve hayranlıkla dediklerinden bir mâna çıkarmaya çalışırdım.
Ecinnilerden tutun da kız kaçırmalara, adam vurmalara, boğulmalara kadar, akla ne gelirse, ortaya atarlar, kahkahalar savururlardı.
-Efendim, adam, gece eve giderken, bir çeşme başında bir eşek önüne çıkmış. Eşek iki ayağı üzerinde kalkıp, adamın önüne dikilmiş!. Korkudan dili tutulmuş adamın hem de hâlâ konuşamıyormuş!..
Bir diğeri:
-Ya, önüne ecinni çıkan filâncaya ne dersiniz? Adam, hâlâ felçli, yatalak!.. Bir yanından öbürüne dönemiyor!..
Bütün bunları, ağzımız açık dinlerdik…
Gece sabaha kadar, eşek-ecinni muhabbeti yapar, gözüme bir türlü uyku girmezdi!..
Karanlıkta bahçeye çıksam, sallanan her dalı, kıpırdayan her yaprağı ya eşekle ya da ecinniyle eşleştirirdim!..
Zamâne çocuğu, yaşadığı zamanın çocuğudur ya, ben, sen, o hiç farketmezdi!..
Kâmil amcanın değirmenine gidince, bunların hepsini unutur, onu seyreder, konuşmasının câzibesine kapılırdım.
Bildiklerini balllandıra ballandıra anlatırdı…Anlattıkça coşardı!. Temiz kalpli, pırıl pırıl, samimî bir insandı!..
Sıramı beklerken; üstü-başı, saçı sakalı, undan bembeyaz olmuş Kâmil amca, duyduklarını öylesine köpürte köpürte anlatırdı ki, burası sanki değirmen değil de haberleşme merkeziydi!..
İnanın ki, gerçekten böyleydi: Çünkü, her gelen, Kâmil amcaya bir hadise anlatıyor ve o da duyduklarını bizim gibi müşterilerine naklediyordu… Böylece, onun hasbihâline doyum olmuyordu!..
Radyosuz bir zamanda, bu haberleşme çok fayda sağlıyordu. Zîra; şahsen ben, Kâmil amcadan çok şey öğreniyordum.
Meselâ; zamanın Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’dan Başvekil Adnan Menderes’e, İsmet Paşa’dan, Mustafa Kemal’e, ne bilirse harfiyen anlatırdı…
Benim zamâne çocukluğumun bilgelerinden biri, hiç şüphesiz, değirmenci Kâmil amcaydı!..
Velhâsıl; benim zamanımın ‘zamâne çocuğu’, ya kafası sıfır numara tıraşlı ya yalın ayaklı yâhut da cızlavet lâstik ayakkabılı’ydı!..Her devrin ‘zamâne çocğu’ başkadır!..