(İKİNCİ BÖLÜM)
Yaylaya gelenlerin hepsi böyle değildi. Eşkıyalar da Omar Hoca’yı ziyâret ediyordu: Gelen atlıların en önündeki adam, bahçesinde kazma sallayan, çapa yapan Omar Hoca'ya, yüksek sesle bağırdı: ‘Biz açız Hoca'm. Bir şeyler hazırlat. Yiyip gidelim, uzun kalmayalım, yoksa hükümet seni zora sokar bizimle barabarsın diye. Başını derde salmıyak.’
Omar Hoca sâkinliğini hiç bozmadı. Bu eşkıya, Cumhuriyet kurulurken Ermeni çetelerle çatışan milislerdendi. Ancak devletten izinsiz ve ayrı çarpıştıkları, askerle temasa geçmedikleri için de devletin müsâadesi olmadığı, ‘Kaç kaç’ bittikten sonra ise dağdan inmeyip dolaşmaya devam eden kesimdendi.
Omar Hoca kadınlara işâret etti, koca bir sini hazırlattı. Kadınlar hazırlanan siniyi erkeklere verip ortalık yerden çekildiler. Her biri bir çadırın içinde kenardan köşeden gözlemeye başladı adamları.
Sininin üzerinde hiçbir şey bırakmadı adamlar. Kim bilir kaç gündür aç geziyorlardı dağda. Bu arada eşkıya başı, ağzındaki ayran damlalarını sildi eliyle:
‘Bizim tatlı yememiz lazım. Varsa çıkar. Aylardır tatlı yemedik, her yerimiz kaşınıyor. Şekersiz kalanların ciğeri hasta olur, kaşınır derler, sen bilirsin. Ciğerimiz hastalandı ellahem.’
Omar Hoca onların yanına çöküp oturduğu kilimden ayağa kalktı. Başındaki börkü alnından geriye doğru iteledi:
-Valla pek bir şey yok. Kadirli’den getirdiğimiz biraz pekmez vardı. Geçenlerde içine fâre düşmüş. Kimse yemedi. Bir köşede duruyor. Sâdece o var. Râzı gelir seniz...
-Sen getir hele onu.
Omar Hoca oğlu Cafer’e kaş göz etti, Kızlar hemen çadırda pekmezi hazırladılar. Cafer pekmezi bir bakır lengere doldurdu. Yanına da içine bolca yufka ekmek sarılmış sofra bezini aldı. Eşkıyanın önüne getirip, oturdukları çulun üstüne koydu.
Daha yufka bohçası açılmadan eşkıyanın biri elini lengere daldırıp fâreyi aldı içinden. Üstündeki pekmezleri sıyırdı. Geri kalan ölü fâreyi bahçenin kenarındaki çitlerin arasına fırlatıverdi.
Taşın arkasına sinmiş olan çocukların gözleri faltaşı gibi açıldı. Biri garip sesler çıkartıp öğürdü.
Kaşla göz arasında bir ala karga gelip kaptığı gibi götürdü fâreyi. O uçana kadar onca eşkıya pekmezleri ve yufkaları yemiş, bakır lengeri bile sıyırmaya başlamışlardı.
Üstüne de yeniden getirilen bir helke ayranı birbirlerinin ağzından çeke çeke alıp içtiler. Tüfekleri tekrar dallarına asıp, atlarına atlayıp yola revan oldular. Eşkıya başı giderken yanındakilere bir laf etti. Omar Hoca'nın dikkatinden kaçmadı o laf:
-Omar Hoca'da yedik, içtik. Kurşun istemeye yüzümüz yok. Onun için başkasını bulalım.
Giderken hâlâ kaşınıyorlardı.
Arkasından gelen Omar Hoca'nın kızları ve yumuşcuları önce çulun üstüne attıkları minderleri söktüler. Sonra bir kazan suyu bahçedeki ocağın üstüne koydular. Minder yüzlerini içine attılar. Kenarda biriktirdikleri küllü suyu da içine eklediler. Kaynatmayı takiben çulla beraber Savrun kenarına indiler. Tokaç taşının üzerine serip tokaçlarla döve döve hepsini yıkadılar, dere kenarındaki böğürtlen çalılarının üzerine atıp kurumaya bıraktılar.
Romanda ‘çevre insanları’ olarak anılabilecek kişiler de var. Her biri ayrı bir âlem: Deli Müftü, (bilindiği gibi il ve ilçelerdeki dinî teşkilâtın başı olan müftü değilse de, makama hürmeten bu kelimenin kullanılmaması daha uygun olurdu) Safiye Mehmet, Koca Ali, Horoz Ali, Kuru Hacı ve eşkıya takımından adamlar…
Onlardan biri olan Eşkıya Deli İbraam dağa yeni çıkmıştı. Gözü kara, attığını vuran, söz dinlemez, dağ taş elde tüfek dolaşan belâlı bir genç. Davarları bir ikindi vakti dağdan toplayıp Büğüleğen'e doğru cılga yoldan ilerleyen Döndü'yü, eski değirmen civarında gördü İbraam. Görür görmez de vuruldu. (DEVAM EDECEK)