(DOKUZUNCU BÖLÜM)
Oğuz Çetinoğlu: Bilginlerin ve bilgelerin durumundan da söz eder misiniz?
Prof. Dr. Sâdık K. Tural: Bilginler bilgeler ve şâirler ile tahkiyeli eser yazarları varlıklar dünyâsından kendilerine ulaşan bilgilerin uyarımların adlandırılmasını ve anlatılmasını farklıca yapmak hakkını kullanırlar. Bu onların hür irâdeleriyle gerçekleştirdiği bir adlandırma, anlamlandırma ve anlatmadır. Hürriyetlerinin kısıtlandığını söylemlerinin tehlike doğuracağını düşündüklerinde, anlatmak ihtiyaçlarını hayvanları aracı kılarak gerçekleştirmişler. İnsanların anlatmak ihtiyacının sonucu olan başkasıyla paylaşma dürtüsünü hayvan hikâyeleri üzerinden gerçekleştirerek istiare, telmih ve kinayenin hâkim olduğu metinler var etmişlerdir. En ünlüsü Kelile ve Dimne ile Tûtinâme’dir. Son devirde ise, G. Orwel’ın ‘Hayvanlar Çiftliği’ adlı yüz dile çevrilen eseridir.
Edebiyattan sayılan metinlerdeki adlandırma anlamlandırma ve anlatma ihtiyacı başka türden bir paylaşma alanıdır. Aynı olaya, duruma, varlıklara veya kişilere ait adlandırmalar anlamlandırmalar ve düşündürme inandırma nitelikli anlatımlar kişiden kişiye değişiyor. Anlatılanı ve anlatımı farklı kılan bu durum ise olay ve merak ögesine bağlı yapılandırmada heyecan ögesini öne çıkarmak niyetinden doğuyor. Dilin inceliklerinin kullanılarak var edilen estetik yapılandırmalar, vak’ayı ve onun unsurlarını bediî tefekkür adlı işlemlerin ürünleşmesine yol açıyor.
Şâirler vak’aya değil izlerine veya izlenimlerine dayanarak onlardan aldıkları çağrışımlara dayanarak duygularını düşüncelerini hayallerini kısaca tefekkürlerini ortaya koyuyorlar.
Tahkiyeli kompozisyonlar ise merak unsurunun biçimlendirdiği bir vak’aya dayanıyor. Merakı oluşturan ve geliştiren ise hikâyeyi anlatanın görüş açısıdır. Anlatan, hem dinleyenlerin kültürel birikimini dikkate alan, hem de onlara bilmedikleri, ilgilerini kesmedikleri bir hikâyelendirmenin parçası kılma işlemlerini gerçekleştiriyor. Gerek gelenekli tahkiyeli metinleri anlatanlar gerekse modern hikâyelendirmeleri yazanlar, muhataplarının ilgi, takdir ve övgüsünü bekliyorlar.
Öncelikle şiir nitelikli bütünlükler hikmete dönük yanları ile bilgelik yansımalarıdır; tahkiyeli eser yazarları da bir bilgenin mırıldanması gibi dikkat edilmesi, duyarlılık gösterilmesi gerekenleri sezdiren tefekkür ettiren bilgelik tadı veren metinler yaratmaktadır.
Edebiyattan sayılan eserler, yazarların kendi hayatına gözlemlerine veya işittiklerine yahut okuduklarına dayanan vak’alardır. Bu vak’alar, hem metni var edenlerin yaşadıkları depremsileri, hem de başkalarını sarsan sevinç, kıvanç, mutluluk, övünç, haz, zevk ve ümit tablolarını, hüzün, elem, üzüntü, kaygı, korkuları anlatmayı üstlenirler. Edebiyattan sayılan metinlerin her birisi iç dünyânın dışa taşınabilir olanlarının söze emânet edilmesidir.
Çetinoğlu: Batıda 20 yüzyılın başlarında expretion diye bir kavram çıktı, etkileri yaklaşık 1960'lara kadar devam etti. Konu ile alâkadar olduğunuzu biliyorum. Bu görüşte olanların tezi hakkında okuyucularımızı bilgilendirir misiniz?
Prof. Dr. Tural: İnsanın iç dünyâsındakilerin hepsini; müdâhale etmeden, fazla arındırmadan, çok fazla değiştirmeden anlatmak gerekir.
İki adet dünyâ savaşının yakıp yıktığı Avrupalı halkların -özellikle de Almanların- travmalı dünyâlarının anlatılması hikâye, novel, piyes ve sinema eserlerini biçimlendirdi. Bu anlayışın bir yanıyla ideolojiye, bir yanıyla da hikmete açık taraflarının olduğunu vurgulamak istiyorum.
Eserlerini dönerek okumaktan mutlu olduğum Franz Kafka'nın Milena'ya Mektuplar başta olmak üzere romanlarını okuyanlar, anlatma ihtiyacının nasıl giderilmeye çalışıldığını kolayca anlayacaklardır. Ekspresyonist anlatımın bizim edebiyatımızda da çok güzel örnekleri var: Peyami Safa’nın Yalnızız, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar, Atila İlhan’ın Dersaadette Sabah Ezanları, Tarık Buğra’nın Gençliğim Eyvah romanları...
Nazım söyleyen bunu ezgiyle sunan insanlara üç bin yıldır ırçı, yırçı, aytımçı denildiği kabul edilmektedir. Türk dilinin en eski zamanlarında âşık kelimesini karşılayan kavram adı neydi? Bunu tam bilmiyoruz; ben emreg olduğunu düşünenlerdenim. Şâir kavramını karşılayan ozan kelimesinin 14. yüzyıl ortasından sonra çıktığı düşünülüyor. Emregler ve ozanlar, nesri az nazmı çok bir ifadelendirmeyle anlatma ihtiyaçlarını ve halkın dinleme ihtiyaçlarını gidermiş olmalılar.
İnsanların birbirine hem hoşça vakit geçir(t)mek hem de bu arada kendi bilgisini görgüsünü sezgisini ortaya koymak için olay ve merak ile bezeli anlatmalar birer yaygın eğitim aracı ve yöntemidir. Dede Korkut hikâyelerinde görüleceği üzere, herkesin bir kısmını bildiği çok eski bir vak’ayı, merak unsurunu da gözeterek anlatım düzenine Türk kökenli topluluklarca ne ad veriliyordu? Bu türden metinleri nesirli veya nazım karışık olarak sunan kimselere hangi isim, unvan veriliyordu’ Bu soruların cevabını bilmiyoruz. Kendileriyle bunu tartıştığım Şakir İbrayev (Kazak prof.) ve Abdildacan Akmataliev (Kırgız prof) ‘akun veya akunçı olmalı’ demekte ısrar ettiler. Manas destanından parçalar anlatanlara yüzyıllardır akun/akın dendiğini de söylediler. Arapça'dan aldığımız vak’a kelimesi, âsâyiş ve adâlet ile tıp uzman ve görevlilerince kullanılmaktadır. Gerçekleşmiş ve dikkatle ilgilenilmesi gereken, olumsuzlar da taşıyan olaylara da vak’a denilmiştir. (DEVAM EDECEK)