Prof. Dr. Sadık Kemal TURAL

Akademisyen

[email protected]

Prof. Dr. Sâdık K. Tural ‘Anlatmak’ Kelimesinin Engin ve Derin Mânâlarını Anlattı - 10

(ONUNCU BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: Tahkiyeli kelimesinin en eski karşılığı nedir?

Prof. Dr. Sâdık K. Tural: Türk dilinde tahkiyeli ifadenin en eski karşılığı nedir, bilmiyorum; ama, bazı insanların ölümünden sonra özellikle de ağıtçı, sığıtcı, yugıtçı denilen insanların o şahsa ait küçük anekdotları günlerce manzum sayılacak bir tarzda anlattıkları biliniyor. (Anadolu’da bu türden ağıt yakma, ağıt etme yoluyla tahkiyecikler sunma işlemleri 20. yüzyıl sonlarına kadar yaşadığının şahidiyim.) Küçük bir olaya dayalı hikâyelendirme işlemine keleçü denildiğini düşünüyorum. Keleçü sözü Yunus Emre’nin bir nazmında ve daha sonraki eserlerde de hikmetli (vak’alı) söz anlamına gelmektedir.

Şâirleri de kapsayan edip kavramına sığınarak söyleyelim ki, hikâye, roman, piyes, senaryo yazarları insanın iç dünyâsındaki olumsuz etkilenmelere bağlı çöküntü veya saldırganlaşmaları; ölüm karşısındaki çaresizlik ve aczi, sevilenle aynı frekansta ve ritimde olamamanın bunalımları; despotik rejimlerin yahut ayarı bozulmuş istikrarsız toplumların içinde yaşamaktan doğan sıkıntıları anlatmaya çalışıyorlar. Bu yüzden başkalarının her gün yaşayıp birtakım fikirler ve tepkiler ürettiği hâlde bütünlüklere dönüştürüp kalıcı kompozisyonlar hâlinde yazamayışını âdeta gidermek adına edipler ortaya çıkmaktadır. Bingöl Çobanları’nda, Han Duvarları’nda, Hancı’da anlatılanları hatırlayınız... O şiirlerdeki her duygu seyirmeleri ve onları var eden olaycıklar okuyucunun, dinleyicinin içinde yankılanmaktadır.

Anlatmak ihtiyacını bir basamak ileri götürerek şunu söylemeliyiz: Diğer insanlara mutlaka duyurulması gerekenlerin yaşantılar üzerinden gösterilip bilgilendirilmesi, hem de bu yolla okuyucunun, dinleyicinin, seyircinin duyulması görülmesi istenenler güzel şeylerse benimseyip yapmasını, kötü şeyler ise yapmamasını hatırlatan öğütleyen bir anlayış hâkimdir.

Destanlar, merkez kişi ve olayları bakımından bir halkın benlik ve kimlik özellikleri bu ikiliyi fert ve toplum ölçüsünde biçimlendiren acıları sevinçlerin kahramanlıkların ve korkaklık veya hâinliklerin yansıdığı metinlerdir. Destanlar, toplumun her ferdinde yankı yapıp etki etmesi övünülecekse de dövünülecekse de ortaklaşalık oluşturma niyetli anlatma ihtiyacının, dinlettirilme beklentisinin yansımalarıdır. Bu epik karakterli vak’alı metinlerden çok fazla yoktur. Birer yarı bağımsız hikâye hâline gelmiş olan Dede Korkut parçaları 1450 yıl öncesine dayanan metinlerdir.  

Bizde vak’a anlatmaya dayalı işlev iki şekilde gerçekleşmiş: Meddahlar ve/veya kıssahanlar ile hikâye tasnif etmiş âşıklar.

Kıssahanlar, meddahlar, bir kısmı İran'a, bir kısmı Çin'e, Hindistan'a dayalı, bir kısmı Türk yurtlarının tamamında farklı varyantlarla yaşatılan hikâyeleri yeniden tasnif ve tanzim ederek, kendine göre iç içe geçirerek anlatan hafızası çok güçlü insanlardır. 

Anlattıkları, masala, epik karakterli destanlara da yaşanan zamanın başka mekânlarda gerçekleşmiş, ilgi görmüş aşk unsurunu öne alan hikâyelere de dayanabilir. Kırk Vezir hikâyelerini veya Hz. Ali Cenklerini yahut Köroğlu’nun ile keleşlerinin alplıklarını anlatan meddahlar, çok itibar görerek yaşamışlardır.

İkinci grup hikâyeler din veya inanç uluları etrafında gelişen tahkiyeli metinlerdir. Kur’ân’na dayanan kıssalar büyük şâir veya bilgeler tarafından tekrar ele alınmıştır.

İnanma/iman adlı arınmayı heyecanla besleme niyetli bu tahkiyeli metinleri Resulullah’a ait olanlarına hilye veya siyer adı verilir. Hz. Ali’nin cenkleri ile Hz. Hüseyin ve Kerbela konusunda çok eser vardır. 

Üçüncü grup ise bir ünlü aşığın genellikle aşk temasının kurup geliştirdiği bir vak’ayı, manzum olan kısımları saz eşliğinde ezgiyle türküleştirip, ağıtlaştırıp sunmasıdır. Âşık tasnifli, âşık düzenlemeli hikâyeler dediğimiz bir aşığın çalıp söylediği hikâyeler, Batıdaki romanslara biraz benziyorsa da bizim tahkiyemizde, hırsızlığı meşrulaştırma ve cinsellik yoktur. Romance kelimesi İspanya ile Hindistan arasında gidip gelmelerle, göçerlikle tanınan halka ait, basit maceralı anlatımlar imiş. Romanslar, Şükrü Elçin Hoca’nın taş baskılardan derleyip tahlil ettiği ‘realist mensur İstanbul hikâyeleri’nin (bunlarda cinsellik de vardır) benzerleridir. Bu anlatımlar halkın câhil tabakası arasında yaşarken, bazı unsurları temizlenip aydınlara da hitap eden vak’alı eser hâline dönüşünce, novel denilmiş. Nesirli bu yapıya novel adı verilirken, roman kelimesi de yaşamış. 150 yıldır bizler de roman kelimesini benimseyip kullanmışız. Cervantes’in Don Kişot adlı eseri roman, novel adlı modern tahkiyeli eserlerin ilk örneği sayılıyor. Bu eser traji-komik’i edebiyattan sayılan metin hâline getirme başarısının örneğidir.

1800 yılların başlarından itibaren, önce Avrupa'da sonra ağır ağır bütün dünyâda insanların iletişimleri daha kolaylaşmaya başladı; bunun üç önemli sebebi olduğunu düşünüyorum: Basım yoluyla metinlerin yayımlanması; daha çok seyahat etmek ve yer değiştirmek; görmek, göstermek, duymak, duyurmak kısaca anlatmak ihtiyacıyla var edilenlerin başkasının sadece ilgisini çekmek değil aynı zamanda onu bilgilendirip yol göstermek niyetiyle bütünleştirmesi...

Gazetenin ağır ağır kendine bir kültür alanı açması kısa hikâye ve roman adını verdiğimiz metinlerin tefrika edilmesiyle yaygınlık kazandı. Edebî dilin nesirdeki varlığı yeni bir alan kazanmış oldu.                                                                                                 (DEVAM EDECEK)