(BİRİNCİ BÖLÜM)
Refik Özdek’in Kiziroğlu Mustafa isimli 12 x 19 santim ölçülerindeki 171 sayfalık kitabında ikisi kısa biri uzun üç hikâye var.
7-46. sayfalarda yer alan ‘Kendi Mezarını Kazan Adam’ başlıklı hikâyede; kendisini yaşadığı çağın dışında kalmış, gam yükünü tek başına yüklenmiş bir kişi olarak târif eden Mehmet Onbaşı vardır. Hanımını 5 yıl önce Rahmet-i Rahman’a yolcu etmiştir. Onun dışında kendisini anlayan tek bir kişi yoktur. Sırdaşı, tarlasının orta yerindeki meşe ağacıdır. Onun dışındaki her şey, herkes görmeyen, duymayan duygusuz yaratıklardır.
Köylüsü İbraam Ağa, tarlasını kendisine satmasını ısrarla istemektedir. İbraam Ağa düşüncesinden vazgeçmez. ‘Tarlayı sat, şeere yerleş bey gibi yaşa’ diyerek diller döker. O, bey gibi değil, kendisi gibi yaşamaya kararlıdır. En büyük zevki bâkir tabiatı korumaktır. Hasat zamanı tarlada kuluçkadaki kuşları görünce, o bölümü genişçe bir ölçüde hasat dışı bırakmış kuşlara yaşama hakkı tanımıştır.
Günün birinde tarlasında yangın çıkar. Gençliğinde diktiği 50 yıllık sırdaşı çınar büyük hasar görür. Mehmet onbaşı uzaktan gördüğü alevleri söndürmek için koşar adım olay mahalline gelir. Görür ki tarlaya ektiği kavun, karpuz mısır, domates, fasulye, nohut her ne varsa tahrip edilmiş, işe yaramaz hâle getirilmiştir. Köyün zeki korucusu çevrede gördüğü çocukları sıkıştırarak suçluyu bulur: İbraam Ağa…
Mehmet Onbaşı her zaman olduğu gibi, sanki muhatabı, dinleyeni varmış gibi çınar dibinde konuşur: ‘Anız yakmanın, tarlada yaşayan, bitkisi, kuşu, solucanı, börtü böceği öldürmenin ne kadar kötü iş olduğunu uzun uzun anlatır:
‘Bak a İbram! Üç kuruşluk çıkarın için böyle nutuklar çekmeyi öğrenmişsin ama bir şeyi öğrenememişsin: İnsanın atılmaz, satılmaz bir şeyi olur. Bu para değildir, mal değildir, toprak değildir. Nedir biliyor musun? Sevgidir, sevgi. İnsanın içindedir bu sevgi. O aynı zamanda topraktır, bitki örtüsüdür, denizdir, dağdır, yıldızlardır. Güneşin doğuşu, batışı, kelebeklerin uçuşu, kuşların ötüşüdür. Bunları sevmiyorsan, yalnız yemeyi, içmeyi ve bunları sağlayan parayı seviyorsan, insan olmayan canlılardan ne farkın olur? Ama sen benim sevdiğim şeyleri göremiyorsun bile. Görmeyince de sevemiyorsun. Korkarım çocuklarımız da bu gibi şeyleri göremeyecek ve sevginin en güzelini tanıyamayacaklar. Sen şimdi benden canımı, kanımı istiyorsun. Canımla eşdeğerde hattâ daha da değerli olan sevgimi istiyorsun. Merkez Bankası’nın bütün parasını versen alamazsın onu! O ‘mafya’ dediğin kişiye de böyle söyle. Benim bir ayağım zâten çukurda. O çukura boylu boyunca gömüldüğüm zaman... İşte o zaman...
Sözünü bitirmeden kalkıp uzaklaşmıştı. Bir nice zaman kendini burada, bu ağacın gölgesinde bulmuştu. Düşünüyordu: ‘Arsacı İbraam’ın dedikleri olur mu, olur! Ben ‘he’ desem bizim çocuklar ona tav olur. Peki ne diyeyim? Hayır satamam. İçimdeki o sevgiyi söküp atamam! Bu sevgi eskimiş bir gömlek değil ki çıkarıp atayım. Besleyemediğim bir koyun veya inek değil ki götürüp satayım. ‘Göz görmeyince gönül katlanır’ sözü yanlış. Asıl görüp de sevdikten sonra ayrılığa katlanamaz insan. Ama İbraam gibiler kör, sokur kişiler. Görmüyorlar ki sevebilsinler! Her sözü yalan aslında. Yalan dinlemenin o yalanı söylemekten daha zor olduğu da bilmiyor. Verecekleri paranın yalnız fâizi beş yıllık üründen fazla olacakmış! İki altın kafes de vereceklermiş. Diyelim ki bu sözler doğru, diyelim ki o adamların tuttuklarını kopardıkları, hem de zorba oldukları da doğru. Ama bana verecekleriyle beni mesut edemeyecekleri, bedbaht edecekleri daha doğru...’
Hissettiği, anladığı ama dillendirmek için kelime dağarcığının yetmediği daha nice nice duygular, düşünceler geçiyordu kafasından. ‘Yârsız kalmış dünyada ayıpsız yâr arayan’ kişinin durumunda görüyordu kendisini. Biliyordu, dünya yeni bir medeniyeti, makine medeniyetini yaşıyordu. Ama bu ne biçim medeniyetti ki hem tabiatı çirkinleştiriyor hem de insanların büyük çoğunluğunu bedbaht ediyor, onlara zarar veriyordu. Medeniyet, insanlığın büyük çoğunluğu için değeri olmayan bir şey ise, ona başka bir ad vermeliydiler. Medeniyetle eş anlamda olmayan bir ad!
Uyanık olduğu halde karabasanın saldırısına uğramış gibi silkindi, titredi ve sıkıntısını atmak için bir türkü mırıldandı:
Bülbülüm altın kafeste
Öter aheste aheste
Ötme bülbül yârim hasta
Ah n’ideyim şu gönlümü...
Devamı, 25. sayfa ve sonrasında… Okuyanlar pişman değil, hayran olacak. Tekrar tekrar okumak isteyenler de olacak. Çevresine, dostuna, çocuklarına, torunlarına tavsiye edenler de…
Harikulâde Türkçesi, çevreci anlayışı ve ibretlik ifâdeleri için... Yazarı Refik Özdek ruhuna Fâtiha…
(İKİNCİ HİKÂYE İLE DEVAM EDECEK)