Oğuz ÇETİNOĞLU

Ekonomist, Araştırmacı-Yazar

[email protected]

İktibaslar: Saadettin Kaplan Hakkında

19 Kasım 2015 Perşembe günü saat 11 sularında ESKADER'in kapısını aralayıp içeri süzüldüğünde hızı kesilmiş, bütün heybeti ve şirinliği budanmıştı adeta. Selâm verdi, bir sandalyeye ilişti. Yüzü safran gibi, mahzun ve melül... Gözleri bulutlanmış, ha yağdı ha yağacak. Göğsünde yaralı bir serçe çırpınıyor. Benim ürkek bakışlarımı avcuna aldı; usul usul, yutkuna yutkuna titreyen dudaklarından şu mısralar akıp geldi:

Bakma öyle uzaklara kahırla    
Mektubumun cevabını tez gönder    
Son cümleyi dudağınla mühürle                         
 Selâmını kirpiğinle yaz gönder                                                                                                                                                                                    

Ter kokundan iki demet oluştur             
 Her yanaktan birer tutam bölüştür                   
Gözyaşını gülüşüne iliştir       
 Deli dolu kahkahandan az gönder                                                                                                                                                                       

Bilirim, seni de kahreder acım       
 Ölürsem felekten kim alır öcüm?                   
Kalmadı hasrete dayanma gücüm                     
 Ümit gönder, sevda gönder, naz gönder                                                                                                                                                                         

Gül dalında bitirdiğin gönlümü,
 Gam çölünde yitirdiğin gönlümü     
Gidiyorken götürdüğün gönlümü
 Ak kâğıtta imza diye ez gönder

O gün, geldiği gibi bir hayâlet sessizliğinde odadan dışarı kayıp gitti. Daha hiç görüşemedik. Duyduk ki 11 Haziran 2016 Cumartesi günü ‘göç’ ilmühaberini alıp Hakk'a yürümüş.

Nihayet sustu içindeki at kişnemesi.    
Ömür denen o emânet zamanı bayat ekmek gibi böldü ve gitti.

Kalabalıklar içinde; darası alınmayan ve ısırılıp atılan haylaz sözleri duyduğunda sanat sancısıyla kulağıma eğilir, ‘Ben Ağrılıyım ya, ağrım hiç dinmeyecek öyle mi?’ diye sorardı.        

İnşallah dinmiştir.           
Rahmetlere gark olsun.

Şerif Aydemir: Yaşamak Geçti Başımdan. Akıl Fikir Yayınları, İstanbul 2023

 

ATTİLÂ İLHAN VE TÜRKÇE

Atilla İlhan Paris’te Türkolog Prof. Carlieri ziyâretindeki bir hâtırasını şöyle dile getiriyor:

Üniversite öğrencisi Fransızlarla ‘takıştık’. Kral 1. François’nın, uğradığı Cermen yenilgisinden sonra, Kanûni Sultan Süleyman Han’dan yardım istediğine inanmıyorlar. Marsilya’ya iki kalyon gönderdiğine filan! Hele Padişahın, krala yazdığı mektubu, aklımda kaldığı kadarıyla, nakledince, küplere bindiler o zaman…

Bir Türkolog bulun da yüzleşelim!’ dedim.

İşte Prof. Carlier, buldukları Türkolog... Sâkin, kendi hâlinde bir zat! Beni kibarca karşıladı, düzgün Türkçesiyle ‘safa geldiniz’ dedi. Olayı, Türkçe olarak benden dinledi, gülümsedi. Öğrencilere dönüp:

-Demek inanmıyorsunuz? Bu târihî bir gerçektir.  Dedi. 

Hayır inanmıyorlardı, o kadar ki, adamcağız kütüphaneden, ciltli kocaman bir kitap çıkarıp göstermek mecbûriyetinde kaldı. Orada üstelik padişahın mektubunun, sûreti de var. Hani adama,’Ben ki…’ diye başlayıp, bilinmez kaç unvanını sıraladıktan sonra;

-Sen ki Françeska eyâletinin beyi François’ın! dediği!

Ben, tam çıkacağım, kolumdan tutuyor. Eğilip, sır söyler gibi, alçak bir sesle:

- ‘Delikanlı, Türkçeye ne yaptınız?’ diye soruyor. Dilimin döndüğünce ona, ‘Dil Devrimi’ni izâha çalışıyorum, Türkçenin Arapça ve Acemce’nin istilâsına uğradığını, vs.. vs.. vs…

Meğerse neymiş?..

Beni mütebessim dinlemişti. Susunca, aynı fısıltıya yakın sesle, o söze başladı. Bilmediğim, o zamana kadar işitmediğim şeyler söylüyor:

-‘Ümmet toplumlarında dil – dolayısıyla kültür- dine göre değişirmiş. Onca böyle büyük üç adet ümmet toplumu ve sentezi var; birisi, Batı/Hıristiyan toplumu, ikincisi Doğu/Müslüman toplumu; üçüncüsü, daha doğudaki, semâvî olmayan dinler topluluğu! Ümmet toplumunda, başat dil, dinin kendini ifâde ettiği dil: Batı’da bu, Yunanca/ Latince olarak görünüyor; Osmanlı’da, Arapça / Farsça olması, son derece normal; zira Müslümanlığın ümmet dili, bu iki dil…’

Batı ülkeleri, Fransa, İtalya ve İspanya, nasıl millet diline geçerken, Yunanca / Latince kökenli birçok kelime, hatta kuralı aldılar kullandılarsa; Türkler de, Selçuklu / Osmanlı ümmet sentezinden, millet sentezine geçerken, dillerinde elbette Farsça / Arapça kelimeler bulunacaktır ve bunda yadırganacak şey yok; ya da asıl yadırganması gereken, ‘özleştirme’ adı altında dilin budanıp kuşa çevrilmesi: Zira böyle yetiştirilen genç kuşakların, ecdadın dilini anlaması imkânsızdır. Bu da kendi kurdukları (Selçuklu / Osmanlı) medeniyet sentezinden kopmalarına, boşlukta kalmalarına yol açar!..’

Hayret -biraz da dehşetle- dinliyordum; elimde olmaksızın, belki de onu ‘madara etmek’ maksadıyla, sözünü keserek sordum:

-Peki, şimdi siz Fransızca’daki Yunan/Latin kökenli kelimeleri atsanız, ne olur?’ Cevabı unutulur gibi değildir:

-Atamayız, çünkü geriye kalsa kalsa, yüz, bilemedin iki yüz kelime kalır. O da konuşmaya yetmez.’

Dönem, Cumhurbaşkanlığı sanat danışmanı Nurullah Bey ‘in (Ataç) ‘alenen ve resmen’;

Yunanca ve Latinceye geçmeliyiz, onlar gibi olmalıyız, onlara benzemeliyiz! dediği dönem.  Bunu söylediğim zaman, Prof. Carlier'den aldığım cevabı, tahmin edebilirsiniz:

 -‘Biz bunu sömürgelerde uyguladık. Kimliklerini, kişiliklerini yitirdiler!’

Kaynak: www.turkalemiyiz.com  (Erişim târihi: 31.08.2023 / 11.25)