Prof. Dr. Sadık Kemal TURAL

Akademisyen

[email protected]

Prof. Dr. Sadık K. Tural Hoca’nın Tefekkürüyle Kavramlar - 3

(ÜÇÜNCÜ BÖLÜM)

 

Oğuz Çetinoğlu: Târih üzerinde çok düşünenlerden birisi olduğunuzu biliyorum.  Târihten Destana Akan Duyarlılık adlı kitabınızda bu konuda düşündürücü bilgiler bulunmaktadır. Târihî bilgi ile târih olmayan bilgi nasıl ayırt edilecek?

Prof. Dr. Sadık K. Tural: Anlatanın veya yazanın şahidi olmadığı zamanlara ait muteber kaynaklara dayanan ‘geçmiş bilgisi’ne tarih diyoruz. Geçmişe ait bilgiyi tartışması az, taraflılıktan uzak olma şartlarını taşıyan bir yapı ile teferruattan arındırarak yazma işlemine tarihçilik denilebilir.  Tarih geçmişe yöneltilmiş akıllı sorulara verilen, tartışması az cevaplar toplamıdır: Ne zaman, nerede, hangi sebeplerle, kimler arasında, ‘hangi olaylar olmuş, hangi kurumlaştırmalar gerçekleştirilmiş’, ‘hangi şahsiyetler, hangi olumlu ve/veya olumsuz sonuçların sebebi sayılabilirler’ sorularının doğuracağı cevapların kaynaklarından biri tarihtir. Tarih okumuş olanlar, insanların nifaksız kardeşliği gibi safsatalara, mutlak ve kesintisiz barış türünden büyülü iddialara gülüp geçerler. Tarih bilgisi sahipleri, kültürlerin ve onları yaşatmaya çalışan halkların birbirleriyle örtülü ve açık savaş içinde olduğunu unutmazlar. Tarihin mesajından payını alanlar, hür ve bağımsız, haysiyetli ve itibarlı bir toplum olmanın ön şartının iyi, dürüst, kibirsiz yöneticileri seçmek, onları gerektiğinde eleştirmek veya değiştirmek olduğunu bilirler. Tarih adını verilen geçmişe ait bilgilerin tahrif edilmeden sonraki nesillere aktarılması gerekir.

Mehmet Akif Tural’ın iki ciltlik kitabı Tarihin Gerçeğine Saygı adını taşıyor. Geçmişte olup bitmiş olumsuz tablolara yaklaşımlarda, tarafsız olunması ve saygılı değerlendirmelerde bulunulması gerektiği açıktır. Tarihî bilgi, muteber belge ve kalıntılara dayanır; tarihe dayandığı düşünülse de ne zaman, nerede sorularının kat’î bilgilerle güçlendirilmeyen hükümler, anlatmalar da vardır. Bu anlatmalar kıssa, destan, menkıbe, hikâyât yapılıdırlar. Bunlarla ilgili görüşlerimi 1971’den beri yazıyorum.

Tarihçi Türk soylu halkların özellikle 11. yüzyıl öncesine ait bilgileri toplayıp bir terkibe ulaşmaya çalışırken mit, destan, efsane, menkıbe ve masal adı veya niteliği taşıyan metinlerden yararlanır. Bu yararlanma abartmadan uzak olmak zorundadır.

Son devrin büyük bilginlerinden biri olan Mazlumoğlu Nihat Çetin Hoca’nın,  Kayınpederim Ahmet Nihat Akay’ın fakülteden bölüm ve yurttan oda arkadaşı olduğunu kendinden dinlemiştim. Nihat M. Çetin’in İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı “Ahbâr” maddesini okumuş olanlar bilirler ki sülâle veya kabile üstünlüğünün ifadesi olan anlayışın, tarih bilgisi hâline dönüşmesi kolay olmamıştır. Toynbee ve benzeri fikir kölelerinin tarih adına iftiracılık etmeleri yanında, son elli yılda kitap veya makale yazanlardan bazılarının Türk tarihinin yakın veya uzak geçmişi konusunda kirli bilgi yaymaya çalıştıkları görülmektedir.

Tarihçilik adına yapılan bu kirli işlerle birlikte, bir de konusunu şâhidi olmadıkları geçmişe ait roman, hikâye, senaryo yazanların ettiği kötülükler, kirli ve çok hatalı işler var. Konusunu tarihten alan tahkiyeli eser yazmak da yazılanı okuyup tahlil etmek, değerlendirmek de büyük hazırlık ve sorumluluk gerektiren işlemlerdir.

Konusunu yazanın anlatanın şâhidi olmadığı zamandan yararlanarak yeni eserler vermek çok önemli bir ihtiyaçtır. Edebiyattan sayılan metinler ile televizyon ve sinemanın imkânlarından yararlanarak mensubiyet duygusu, tarih bilinci edindirmek çok etkili bir yoldur. Bu yolu kullanarak duygu ve bilinç açığını gidermek isteyenler okumak, seyretmek aracılığını bir ihtiyaç karşılayan imkân olarak görürler. Su da bir ihtiyaçtır, ama suyun temiz, sağlıklı ve güvenilir olmasına dikkat etmeyen hastalık kapar, başkalarına da o hastalığı bulaştırarak kötülük eder. Edebiyattan sayılan eserin tarih konulu olanlarını yazmaya, yazılmış olanları tahlile kalkanlar bu teşbihimizi göz önünde tutarak çaba göstermeliler.

Roman, hikâye, piyes ve senaryo yazmaya kalkan insanlar şu üç yoldan birini uygulayarak bir hikâyelendirme (tahkiye) oluşturup kamuya sunacaklar:

1. Mit, masal, efsane, destan, menkıbe ve velâyetnâmelerden yararlanarak var edilenler...

2. Tarihî gerçekliklerden (olay, kişi, durum) yararlanarak geçmişin gerçeğini bediî tefekkürle var edilmiş roman gerçeğine dönüştürülerek yazılanlar…

3. Kendisinin bizzat yaşadığı, gözlemlediği veya çevresinden birinin yaşadığını işittiği, etkileyici olaylara ait, başkalarının da bilmesini istediği durumların hikâyelendirilmesi...

Ismarlama metin yazan kiralık kalemleri ve ticarî hedeflere teslim olanları öncelikle bir kenara bırakalım. Roman, hikâye, piyes veya senaryo yazarı, insan adlı varlığın bedenindeki ve ruhundaki öz kıvamın yaşadıklarını ve yaşaması gerekenleri hikâyelendirme başarısı gösterecek... Yazar, kendisinin, benzerlerinin temiz bir iç aynayla yaşamasını esas alarak, hem bunu engelleyenleri, hem yoldan saptırıcılara yenilenleri, hem de başarılı olmanın bedelleri görme ve göstermeye bağlı soruları ve cevapları tahkiyelendirecek...

Meleklik ile şeytanlık, insanlık ile insansılık, gerçek sanılan ve sayılan ile hakikat arasında gelgitler yaşayanların, evvelsi günkü, dünkü veya bu günkü biyolojik, psikolojik ve sosyolojik hâllerini görmek ve görülmesini sağlamak... Şairin, tahkiyeli eser var edenin asıl işi budur. Bu işi hakkıyla yapmak tarihin gerçeğine, ataların gerçeğine, toprağın gerçeğine gerçeğimsileştirmek niyetiyle ayna tutmak, ulaştıklarını eser hâline getirmektir; tarihin gerçeğini bir edebî esere dönüştürmek kolay değildir. Özellikle de konusunu tarihten alan eser yazmak ve/veya sahneye, perdeye, ekrana taşımak için, öncelikle bilinçli bilgi gereklidir; sonra da hem geçmişe, hem de geleceğe karşı sorumluluk ve saygı sahipliği şarttır.                                                                                                (DEVAM EDECEK)