(YEDİNCİ BÖLÜM)
Oğuz Çetinoğlu: Önce çok bilinen suali tekrarlayayım: Sanat sayılan eserler cemiyet için mi, fert veya küçük bir zümre için mi var ediliyor?
Prof. Dr. Sadık K. Tural: Oğuz Beyefendi, Allah’ın insanın beş duyusuna güzel olanı arama, güzelliğe yönelme özelliği koyduğunu siz iyi bilirsiniz; göz, kulak, burun, dil veya cilt denilen organların, güzel olarak etiketlediği olaylar, durumlar, varlıklar vardır. Seslerin, kokuların, tatların, görüntülerin, dokunmaya bağlı uyarımların bir kısmı güzel, bir kısmı vasat, bir kısmı sıradan, bir kısmı ham veya çirkindir. Allah her şeyi güzel yaratmıştır, çok dikkatle yaklaşıldığında o güzelliğin nerede ve nasıl yansıdığı görülebilir. Beş duyuyu etkileyip harekete geçiren, olumlu veya olumsuz tepkilere sebep olan insandaki güzellik duygusuna ait kod bilgiler, kayıtlardır. İnsan tabiatta bulunan güzelliklerin benzerlerini var etmeye çalışınca sanat adlı çaba alanları ve eserleri ortaya çıkmış. Allah’ın insana emanet ettiği varlıklardaki güzellikleri aynen veya gerçeğimsileştirerek yeni bir bütünlük, yeni bir eser hâline getirme niyet, gayret ve sonucuna sanat diyoruz. Aşırı heyecanlanmaların tefekküre dönüşüp özel -ve mümkünse özgün- bir tertip kazandırılarak kamuya sunulması, sanat adlı bilgilendirme ve ilgilendirme ürünleridir. Sanatçı, başka insanların ilgi ve heyecan duymalarını sağlama niyet ve gayretiyle var ettiği bu ürünler/eser(ler) ile güzellik duygusu ortaklığına katkıda bulunmaktadır. Bir sanat alanına ait sayılan eserler, yalnızca heyecan duyma ve duyurma işlemlerini belirleyen iki önemli belirleyici ile varlık kazanmaktadır; bunlar sanatçının mizacı, mizacı ile birikiminin yoğurduğu bediî tefekkür ve mensup olduğu kültür tabakası...
Her sanatçı bir kültür alanının, o alanın ve o büyük alanın bir tabakasının mensubu olarak toplumun birikiminden birçok şey almıştır. Sanatçı unvanı verdiğimiz insan, paydaşı olduğu toplumun BİZleştirici ve BENZEŞtirici değer, benimseyiş, davranış kodlarına olumlu veya olumsuz yaklaşımlar göstermekte, bunları da eserine yansıtmaktadır. İdeolojik tezleri bir kenara bırakarak söyleyelim ki edep ve ahlâk sınırlarını yok saymamak şartı ile sanatçının bağımsız olmasını isterim.
Mensup olduğu kültürün eksik, aksak, çürük yanlarına karşı çıkmak, bu tepkiyi bir bütünün bilgili ve bilinçli vatandaşı olma adına yapmak isteyen sanatçı, eserini verirken bağımsız ve serbest olmalıdır. Farklılık zenginliktir; özgün olmaya bağlı farklılık gösterilmesine yol açan arayışlar -ahlâksızlaşmadan gerçekleştirilirse- bütünleşmenin bir parçası olarak yer alırlar. Mûsıki veya mimâri, resim, heykel, minyatür veya ebru ile hat alanlarından birinde sanattan sayılan eser var etmek toplumla bütünleşme sınırlarını göstermek değil midir?
Sanatçı öncelikle bir kültür alanının, bir sonraki adımda kültür dairesine ait bir kültür tabakasının, en sonunda da, bir grubun, zümrenin mensubudur. Ailesinden başlayarak yaygın ve örgün eğitimden alınan eğitim ve öğretime ait yönlendirmeler, sanatçıyı bir sosyal varlık hâline getirmektedir; bu gerçekten hareketle sanat eserinin topluma ait bir varlık olduğu hükmüne ulaşırız. Sanat sayılan eseri var eden insan da, bediî tefekkür sonucu olan ve muhataplarıyla bütünleşen eser de, sanatın toplum için olduğunun apaçık kanıtlarıdır. İdeolojik rejimli devletlerde sanatın amacını devlet belirler ve denetler. Komünizm rejimli devletlerin bu konudaki azgınlık seviyesindeki uygulamaları apayrı bir konudur.
Çetinoğlu: Sizin ifâdenizle “edebiyattan sayılan” eserler arayan onların ardında ne bulursa daha çok benimsiyor? Bir de çok kullandığınız bediî tefekkür kavramını biraz açar mısınız?
Prof. Dr. Tural: İnsanlar anlaşmaları için dil adını verdiğimiz iletişim sağlayıcı kelimeler var ettiler. Kelimeler sözlük adlı özel yurtta, öksüz, yalnız, sahipsiz, bazıları yarı çıplak uyku ile uyanıklık arasında yaşarlar. Kendilerine gösterilen alfabetik sıralama içinde bulunurken, günlük konuşma için çağrılan kelimeler işçi arılar gibidir, kovandan(sözlükten) çıkınca çalışırlar. Kavramların, bazıları aklın, bazıları duygunun, bazıları hayâlin ifadesinde görev alacak anlam taşımaktadır. Farklı anlam ve işlev taşıyan kelimeler bilimin, bilgeliğin ve felsefenin var ettiği bütünlüklerin yapı taşları ve/veya harçları olurlar. Kelimelerle yapılmış bütünlüklerin heyecanı ve güzellik duygusunu öne çıkarmada başarılı olan muhataplarını etkileme ve eserle bütünleştirme sanatına edebiyat denir. Bir eserin edebiyattan sayılması için, dilin edep ölçülerinde kullanılmak şartı ile duygunun, hayâlin, aklın bir bileşime dönüştürülmüş olması gerekmektedir; bu bileşim bir tür tefekkür işleminin sonucudur. Edebiyattan sayılan eserlerin arkasında ne, nasıl, nerede, ne zaman ve biraz da niçin sorularının cevapları bulunur; bu cevaplar, duygu ve hayâl ile biçimlenmiş tefekkür yansımalarıdır.
Öncelikle beş duyu ile idrak olunabilen, sonra da metafizik sayılan varlıkların ne, nasıl, ne zaman sorularına cevap arama işlemlerini bilginler, uzmanlar arayıp bulmaya çalışmaktadır.
Felsefe kelimesini farklıca tanımlamak istiyorum: Felsefe, birikimi yeterli insan(lar)ın, bilindiği sanılan olay, durum, kişi ve hükümlere seviyeli meraklara dayanan niçin sorusunu yönelterek var ettiği hükümlerdir. Bilgeler/hakîmler, filozoflar gerçek sayılan ve sanılanın arkasını, varlıkların yaratılma sebebini bilmeye yönelik soruların sahibidir. Bu sorular, bazen cevabı kesin olmayan bir şüphe tohumunun atılması biçiminde olabilir, bazen de cevap nitelikli bir hüküm hâlinde sonuçlanabilir. Her iki hâlde de akıl denilen meraklı ışığa, sezgi ve ilhâmın destek verdiği görülür. Tartışılmazlık alanı olan imân bu alanların dışındadır. Bilgelere de bilginlere de sanat eseri verenlere de iman alanından çok farklı biçimlendirici etkiler ulaşır. Bu etkiler sûfilik yolunun mensuplarındaki hayata ait kalıpların, ritüel denilen özel faaliyetlerin, verilen eserlerin oluşum ve gelişimini belirlemektedir.
Evvela genel hükümleri tekrar edeyim: Her insanda az çok duygu var, duygulanıyor. Her insanda az çok akıl var, akıl yürütüyor. Her insanda az çok hayal etme, rüya görme özelliği var, çok özel hülyalar, rüyalar ile zihnini meşgul edebiliyor. Tefekkür etme ise daha özel bir durum sayılmalı. Aklın, duygunun, hayâlin birbiriyle çelişerek, çatışarak veya uyumlanarak karar verme, hüküm bildirme işlemlerine tefekkür, bildirilen, karara, hükme fikir diyoruz.
Burada birkaç farklıca sonuç var: Ortaya konan fikirlerin bir kısmı, niçinlerle yapılandırılmış olup aklın ağırlığının fazla olduğu felsefe alanına aittir. Fikir üretilen alanların diğerlerini bir kenara bırakıp, duygunun coşkunluğunun öne çıktığı tefekkürlere yaklaşalım.
Duygunun, hayâlin fazlalığı, aklı susturan heyecanların belirginliği, daha farklı bir niçinler dizisi bir araya gelerek, yeni bütünlükler oluşturulmasına sebep oluyor: Edebiyattan sayılan eserlere ve mûsıkiye... Edebiyattan sayılan eserlerindeki, mûsıki parçalarındaki duygu ve duyarlılık, hülya ve tahayyül ögelerine bağlı heyecanlar, farklıca bir tefekkür iklimi var ediyor. Heyecan duyma, güzellik anlayışına bağlı yönelişler bediî(estetik) tercihler olarak yansıdığında ortaya çıkan gerçekliğe bediî tefekkür diyelim.
Esere muhatap olanın mizacı, birikimi ayrı bir beklenti dizisine yol açıyor. Okuyan veya dinleyenin mensup olduğu kültür tabakası, edebiyat ve/veya mûsıki konusundaki bilgi ve duyarlılığı az çok farklıdır. Bu farklılık bir açıdan da niçin kavramı konusundaki konumu ve yeterlilik seviyesini belirliyor. Diğer taraftan bu farklılık zevk denilen daha özel bir ayrışmaya da işaret ediyor. Aynı kültürün içindeki az çok farklılık gösteren tabakalarda, farklı toplumlara ait farklı kültürlerden etkilenmelere bağlı moda sayılan yönelişlerle bağlantılı zevk kavramı konusundaki görüşlerimi söylemeyeceğim. Öncelikle şiir ve piyes, daha sonra da tahkiyeli eserler felsefenin kapısından girdiği nispette kendine özgü bir değer kazanır, bediî tefekkür dediğimiz özelliğe sahip olur. Bediî tefekkür edebîyattan sayılan eseri, mûsıki parçasını, resim, heykel, halı/kilim ve mimarî alanlarında verilen eserlerin var olmasını sağlayan, bir yöneliş etkisi yaratıp var edenden bağımsız bir güçtür. Bu hassasiyete/duyarlılığa bağlı güç, doğuştan gelen veya sonradan kazanılmış yeteneklerle, mizaçla, edinilmiş birikimle zenginleştirildiği ölçüde edip başarılı, eser kalıcı olmaktadır.
Öncelikle şaire bakalım: Şair, kelimelerin sözlükteki yerlerine, çıplak ve birincil anlamlarına yaklaşıp onları renk, ölçü ve etki açılarından değerli kılıcı, en uygun elbiseyi giydirmeyi, en uygun yere oturtmayı, sözlükteki yalnızlığını gidermek üzere seçilmiş bir topluluğun parçası yapmayı başararak bir özel iklim var ediyor.
Şiir adlı iklim, duâ adlı iklime de mûsıki adlı iklime de komşudur, aralarında çit veya duvar yok dense doğrudur. Gönlün üç anahtarı var, şiir, duâ ve mûsıki... Bu üç anahtar herkeste vardır, ama kullanmayan çoktur.
Duygunun, düşüncenin, hayalin ve tefekkürün aracısı olan kelimeler, şiirin, duânın ve hitâbenin yapı taşı olmadığı sürece yaşayamaz.
Kapitalizmin de komünizmin de tahammül edemediği, yıkmak veya etkisizleştirmek istediği üç şey var: Ailenin ilk ve etkili eğitim merkezi olmaya bağlı etkisinin kırılması; başta mûsıki olmak üzere sanat dallarında ve edebiyatta, ahlâksızlığın, erdemsizliğin yaygınlaştırılması; örgün eğitim ve öğretim sistemine ait hedeflerin ve uygulamaların, ataların, tarihin, coğrafyanın ihtiyacını duyduğu yapı olmaktan çıkarılması... Konserlere, filmlere dizilere bakınız, müzik parçalarının bayağılaştıran sözlerini dinleyiniz... Sistemli bir yozlaştırmanın dalga dalga yayıldığını görmeyen, işitmeyen var mı?
Şahsiyet kavramı konusundaki fikirlerimi arz ederken yaptığım onlu tasnife dayanarak, ‘şahsiyetleri var eden sistemler mi yok oldu, şahsiyetler mi kenara itildiler, televizyon mürşitleri karşısında sahadan mı çekildiler? Demekten kendimi alamıyorum.
Şiir, mûsıki, öğretmen ve duâ dörtlüsü işlevlerinin gereğini yapmalarını isteyenler etkili ve yetkili olmadığı; ataların, tarihin ve toprağın ruhuna saygı ve sevgi duyanlar karar verici olmadıkları sürece bediî tefekkür işlev ve işlerlik kazanamayacaktır. (DEVAM EDECEK)