(DOKUZUNCU BÖLÜM)
Oğuz Çetinoğlu: Osmanlı din ve ilim adamlarının Arapçaya bağımlılığı, Cumhuriyet Türkiye’sinde problem olmuştur zannediyorum. Nasıl çözüldü?
Prof. Dr. Sadık K. Tural: 820-920 yılları arasında Asya’daki Türk topluluklarından oluşan nüfusun büyük çoğunluğu İslâm dinine girdi. 1100 yılı sonlarına kadar, İslâmî kavram ve terimlerin bir kısmı Türkçe kelimelerle karşılandı. Meal ve tefsir çabalarında Türkçenin öz gücünden yararlanıldı. Karahanlılar, Gazneliler ve özellikle de Selçuklu üst yönetimi Farsçanın ve Arapçanın etkisine girdi. Eğitim ve öğretim dili adlı sistem Arap harfli metinleri okuma safhasından sonraki kurumlaşma basamaklarının tamamının adı “medrese” oldu. Selçukluların Nizâmiye medreseleri, dereceleri bakımından günümüzdeki ortaokul, lise ve yüksekokul sistemine benzer bir yapılanma gösteriyordu. O düzensiz yapılanma Fâtih dönemine kadar sürmüş. İstanbul’un fethinden sonra yeni başkentteki medreseler çok değerli bilginlerin yetiştiği yüksekokullar ile onlara hazırlık öğrenci yetiştiren -Almanların Gymnazium’u gibi- liselere benzer sistem hâline dönüştürülmüş. Medrese eğitim sisteminin yanına saray içinde üst yönetici yetiştirmek ve şehzadelerin eğitimi öğretimi için Enderun adlı bir kurum daha oluşturulmuş... Gerek Enderun, gerekse İstanbul ve büyük şehirlerdeki, hattâ çeşitli büyüklükteki yerleşim yerlerindeki medreselerin binlerce insan yetişmesine aracılık ettikleri tartışılmaz bir gerçekliktir.
Her derecedeki medresenin eğitim ve öğretim veren yapısından içeri Türkçe girememiştir. Aslen Türk olduğunu herkesin bildiği büyük âlimlerin eserlerinin tamamı -ne yazık ki- Arapça’dır. Betül Gürer’in Molla Fenârî konulu çok başarılı bir araştırma olduğunu düşündüğüm doktora tezini okuyanlar, bana hak vereceklerdir. Türk dili ve Türk tarihi konularının hiçbir şekilde gündeme gelmediği bu kurumların müderrisleri, mollaları, hocaları Arapça ile İslâm’ı eşit saymayı ve saydırmayı imanın yedinci şartı gibi anlamakta ısrar etmişlerdir. Örtülü ve/veya açık Türk düşmanlığının kaynağında Emevî saltanatının son döneminde ve Abbasî’lerin saltanatlarında, zaman zaman alevlenen kıskançlığın olduğu düşünülmelidir. Buna İran dilini konuşan Müslüman halkların kin ve düşmanlıklarını da eklemek gerekir. Arapçayı ve alfabeyi mukaddes gören ve gösteren medrese artıklarının etkili olduğu bir coğrafyada, Türk grameri yazmak nasıl olabilirdi ki... Arapça bilmeyenlerin İslâm’ı öğrenmesi zordur anlayışı bugün de yaşıyor.
Bu anlayışa göre Arap dili iki ana bölüm altında öğretilebilir, öğrenilebilir. Sarf ve nahiv. Sarf ana bölümü, isim ve sıfatların kuruluşu; erkek, dişilik kuralları ile çoğul yapma; fiil kök ve kurallı çekimlerle farklıca gövdeler oluşturulması gibi bilgilerden oluşan çetrefilli bir kısımdır. Nahiv ana bölümü ise, kelimelerin birbiriyle bağlantılanması konularını ele alan söz dizimi kısmıdır.
Medreseli yedi yüz yıl dilbilgisi olarak Arap dilinin gramerine teslim olmuştur; diğer yandan medresenin kapısından içeri Hz. Hoca Ahmet Yesevi’nin, Büyük Türk sûfisi Hz. Yunus Emre’nin, Türk dilinin ve tefekkürünün meyvelerinin giremediğini ısrarla söylemek isterim. Araplara Türkçe öğretmek ve Arapçaya karşı Türkçeyi korumak için yazdığı ”lügat” ile Türk dilinin de zengin bir iletişim dünyası olduğunu ortaya koyan Kaşgarlı Mahmut Ata; Farsçaya karşı Türk dilinin gücünü ve inceliklerini haykıran Ali Şîr Nevâyî Ata kadar bilgi ve bilinç gösteren çıkmadı.
Gramer yazmak için bir dilin ses, kelime yapımı ve cümle oluşturma inceliklerini ve bu incelikleri var eden alt ögeleri bilmek gerekmez mi? Türk dili konusunda böyle bir kitabı ihtiyaç saymayan, yaygın bilgisizlik ile bilinç kirliliği gramer yazımını engellemiştir.
Bu konuda ilk çığlık atan ‘Türk dilinin niçin bir grameri yok?’ diyen Namık Kemal’dir. Namık Kemal’in, dilimizin inceliklerini ele aldığı, gramer ve sözlük eksiğimize işaret ettiği, devri için çok değerli olan çığlık dolu makalesi bir dönüm noktasıdır. nde sonra, Türk tarihini konusunda da eserler veren Namık Kemal’in yanı başında, Lehçe-i Osmanî adlı ansiklopedik Türkçülük sözlüğünü yazan Ahmed Vefik Paşa yer almıştır.
Latince gramer anlayışına dayalı olarak, hem Fransız ve İngilizlerin, hem de Almanların ve İtalyanların yüzyıllardır dilbilgisi kitapları var.
Doğrudur, J. Deny’ye kadar Türk Grameri --yarı akademik de olsa- bir kitapta sunulmamıştır. J. Deny’nin kitabı Hint-Avrupa dil ailesi için geliştirilmiş bir muhakemenin Türkçeye uygulanması imiş. Bu eser, Atatürk’ün emriyle Türkiye Türkçesine çevrilmiştir. A. C. Emre, T. Banguoğlu, M. Ergin, Kaya Bilgegil, T N. Gencan imzalı kitapların, eksikleri ve birbiriyle çelişen yanları bulunduğunu söyleyen yazılar okuduğumu hatırlıyorum. 2025’e kadar kırka yakın kitap yazılmış; bunlardan biri Prof. Dr. Zeynep Korkmaz Hocamızın hazırladığı, TDK’nın -ilk baskısı 2002- yayınladığı Türkiye Türkçesi Grameri adlı eserdir. Bu gramer kitapları hakkında bir hüküm vermeye yetkili değilim.
Atatürk’ün 1932’de Türk Dil Kurumunu kurarken neler beklediği düşünülsün, lütfen. Gazi Hazretlerinin geometri terimlerini Türkçeleştiren idrakinin bir örnek olacağı, benzerlerinin geleceği zannedilmiş. Beklenenlerden biri de Türkiye Türkçesi gramerinin yazılması olduğu açıktır.
Bu konulardaki sorularınızı -affınıza sığınarak- çalışma alanı Türkiye Türkçesi ve Türk Lehçeleri olan akademisyen arkadaşlarımıza yöneltmenizi istirham ediyorum. Bu emeklerinizden dolayı Allah sizden razı olsun diyor, saygılar sunuyorum (DEVAM EDECEK)