(BİRİNCİ BÖLÜM)
1870-1927 yılları arasında yaşayan (Rahmetle andığımız) bir Süleyman Nazif’imiz vardı. Kelimelerin yanlış yazılmasına, yanlış kullanılmasına asla tahammül edemez, Türkçe’yi yanlış konuşanları, yazanları diliyle ve kalemiyle îkaz ederdi.
Günümüzde Süleyman Nazifler, Hakkı Devrimler yok. Kelimeleri katledenler çoğalacak gibi… Türkçe’mizi itelenmekte olduğu felâket çukurundan kurtaracak olan, Türkçe bilginlerinden çok, Türkçe hassasiyetine sâhip idealistlerdir. O idealistlerin serdarı Yavuz Bülent Bâkiler’dir. Yumuşak, bâzen de tatlı-sert üslubuyla ‘Sözün Doğrusu’nu tebliğ etmektedir. Türkçe hassasiyetine sâhip diğer dostların da O’nun kadar gayretli olmaları ümit edilir.
Asıl vazife ise; ilk ve ortaokul ile lise öğretmenlerine aittir. Yalnızca Türkçe ve edebiyat dersi öğretmenlerinin değil; diğer bütün öğretmenlerin eğitimcilerin, talebelerine örnek olacak şekilde güzel bir Türkçe ile düzgün bir telaffuzla hitab etmeli, onlara numûne olmalıdır. Elbette yalnızca öğretmenler değil, başta anneler ve babalar olmak üzere bütün aile büyükleri, evin küçüğüne, daha konuşmaya başladığı günden itibâren Türkçe öğretmenliği yapacak bilgiye sâhip olmalı ve evlatlarını, radyo veyâ televizyonda haber okuyucusu olacakmış gibi yetiştirmelidirler.
Sır sır Nihat Sâmi Banarlı’nın söylediklerini, yazdıklarını birbirimize naklederdik: Nihat Sâmi Banarlı diyor ki:
“Şu fânî dünyâ saâdetleri içinde hiçbir şey, azîz Türk çocuklarına, Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir.
Vatan çocuklarına bir milletin yarattığı ve yaşattığı dili; bütün güzellikleri, incelikleri, yücelikleri ve güzel sesleriyle öğretmek…
Onları, böyle bir dilin sihirli ifâdelerine yükselterek; her an, daha çok duyan, düşünen, anlayan ve yaratan insanlar olarak yetiştirmek…
Dilin, böylesine tılsımlı vâsıta olduğunu bilmek ve bütün bunları bilerek, severek yapmak…
Burada cesâretle söyleyebilirim ki yeryüzünde nice insan, böyle büyük bir sanatın, böyle şerefli bir hizmetin vazifelisi olduğunu düşünmemiştir. Çünkü bilindiği ve zannedildiği gibi, bu güzel hizmet, yalnız dil ve edebiyat hocalarının vazifesi değildir. Muallimler, hangi dersin hocası olurlarsa olsunlar, Türk çocuklarına her şeyden çok Türkçe’yi öğretecek, onlara, anadillerinin ses ve söz güzelliklerinden, ifâde ve mânâ zenginliklerinden güfteler ve besteler vereceklerdir. Öğretmen değil de anne ve baba iseniz, abla ve ağabey iseniz, bu sizin daha sevgili vazîfenizdir. Yavrularınıza, sözlerini halk dehâsının yarattığı ve bestesi yine halk sanatından yükselen ninni’ler söylemekten başlayarak, öğreteceğiniz en güzel şey, Türkçe’dir.”
Oğuz Han, yaşadığı devrin şartları içerisinde; “Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez! Daha deniz, daha ırmak istiyoruz. Yurdumuzu öylesine büyütelim ki gök kubbesi ona çadır, güneş de bayrak olsun” Diyordu. Bu ifâdeler günümüz anlayışına terstir. Ancak şunu söyleyebiliriz: ‘Bize bir Yavuz Bülent yetmez, bin Yavuz Bülent de yetmez. Hepimiz yüzlerce Yavuz Bülentler yetiştirmeliyiz ki Türkçe’miz, Nihat Sâmi Banarlı’nın işâret ettiği mükemmelliğe erişebilsin.’
Erişebilsin ki, kendilerine tahsis edilen gazete köşesinde, güzelim Türkçe’mizin başını gözünü yarmak sûretiyle taammüden dil cinâyetleri işleyenler meydanı boş bulmasınlar.
Entel takılanlarda sıkça görülen bir başka çarpıklık da Türkçe karşılığı varken, batı kökenli kelime kullanma merakıdır: ‘Lansmana özel fiyatlar…’, ‘süper bir lokasyon, ‘imaj yeniledi’… Ve devâmı: ‘kombinasyon’, ‘segment’, ‘destinasyon’, ‘dikotami’, ‘aplikasyon’, ‘atmasyon’ vs…
Merhûm Necip Fâzıl Kısakürek, ‘Aldığımız nefesi bile geri veriyoruz. Demek ki bu dünyâda hiçbir şey bizim değil’ diyor. Tasavvufî mânâda muhteşem bir ifâde. Hakîkatte ise bize ait pek çok değerler var: Dilimiz, dinimiz, vatanımız milletimiz, ahlâkımız, kültürümüz, edebimiz, nezâketimiz…
… Ve benzeri konular, bizim gündemimizi oluştururdu.
Yavuz Bülent Bâkiler, kimilerine göre ‘incir çekirdeğini doldurmadığı’ iddia edilen meseleleri kendisine dert edinen, yıllarca doğruyu ve güzeli gözler, idrâkler önüne koymaya çalışan bir kültür mücâhididir. Yorulmadan, yılmadan, usanmadan, ümitsizliğe kapılmadan…
İnanıyor ki ümitsizlik, insânoğlunun kendisine karşı hazırlayabileceği suikastlerin en korkuncudur. Ümitsizlik, mânevî intihardır.