Yazar, Şâir, Edip ve Hatip
YAVUZ BÜLENT BÂKİLER’İN ARDINDAN
Şiir Sanatının İmkânlarıyla Annelik Duygusu (BEŞİNCİ BÖLÜM)
Yavuz Bülent Bâkiler’in bu şiirinin oluşturucu kavramı ana, tema sayılacak çerçevesi ise analık duygusu’dur. Annelik duygusuna bağlı psikososyolojik değer ve davranışların, şiirin bütün hücrelerine yansıdığı görülüyor. Analık duygusu temasını kavramlaştırmadan önce, insânın bebeklik, çocukluk, ergenlik (ilk gençlik) dönemlerinin genel özelliklerini hatırlatma mecbûriyetinde olduğumuzu düşünenlerdenim.[1]
Psikolog ve psikiyatrlar ile çocuk gelişimciler, iki iki buçuk yaş ile 15 yaş arasındaki ayların ve yılların, kalıcı korkuların oluştuğu zaman dilimi olduğunu söylüyorlar. Çeşitli kaynaklarda verilen bilgileri birleştirerek şu korkuların çocukları huzursuz kıldığını, geleceklerini kararttığını tekrarlayayım:
1. Annesinin gidip gelmeyeceği korkusu
2. Bakıcısının veyâ babasının, sevdiği kimselerin onu terkedeceği korkusu
3. Karanlık korkusu, seslerden ürkme, bâzı hayvanlardan korkma
4. Yuva, kreş, anaokulu ve okul korkusu
5. Anaokulu ve/veyâ okulda daha yaramaz, güç gösterisi yapabilen çocuklardan korkma
6. Ailenin parçalanacağı korkusu
7. Hastalanma veyâ muayene (doktor, ilaç, tedavi usulleri) korkusu, reddedilme, alay edilme, dışlanma korkusu…
Psikolog ve psikiyatrların anksiyete dedikleri bu korkuların kalıcı olmasını önleyebilecek tek varlık annedir… Anne, çocuğuna yönelttiği ses tonundan, bedene dayalı yaklaşımlara; sevginin temellendirdiği sabırlı dinlemelerden, tekrara dayalı ve bilgilendirmelere kadar birçok özel davranışı ile çocuğun büyüme ve gelişiminin sağlıklı olarak gerçekleşmesini sağlar. Aile ve özellikle annenin zihin ve davranış dünyâsı, çocuk için, en güvenli alandır.
Buluğa ermenin bedenî ve rûhî değişmelerin başladığı ve sürdüğü ergenlikteki korkuların birincisi reddedilme, dışlanma; ikincisi başarısız olma, üçüncüsü ise yardım, destek alamamak/bulamamaktır. Bu korkular, çocuk ve ergende zaman içinde derin çöküntülere, ümitsizliklere ve tedavisi gereken hastalıklara yol açmaktadır.
Bu kısa bilgiler, psikologların, psikiyatrların, çocuk gelişimcilerinin, eğitimcilerin son yüz yıldır, binlerce araştırmayla ortaya koyduğu gerçeklerdir. Yüzlerce kitapta, binlerce makalede insan yavrusunun beden ve zihin gelişmesine ait bilgiler verilmiştir. Yukarıdan beri verdiğimiz bilgilerin gereksiz olduğunu söyleyebilecek olanlarla şu cümlemizi paylaşalım: Annelik duygusunun, çok boyutlu bilgi ve bulgulardan oluşan durumların ve hükümlerin -hiç okumamışından yüksek öğrenimlisine kadar- ana olmuş, çocuğunu kaybetmiş, anne olmak istemiş kadınların dünyâsında nasıl yankıladığını bir kere daha düşündürmek istedik.
(DEVAM EDECEK)
[1] Türkçede bebek, çağa, bala, uşak, yavru, kuzu, çocuk, evlat, mahdum kelimeleri bir insan yavrusunun doğumundan bulûğa kadar olan dönemlerin adlarıdır. Bebeklik (0-13/17 ay) döneminde anneye mutlak bağlılık vardır. Bu dönem, her zaman gözyaşıyla birlikte olmayan ağlamalar dönemidir… Bebek her türden ihtiyâcını da, ağrı ve sızısını da ağlayarak ifâde etmektedir. Zihnin bütün depolarının bomboş olmasından doğan kirlenmemişlik, cildin parlaklığı ve gerginliği, bakışların saflığı ilk otuz ayın değişmez özellikleridir… Bebek, 13-17. aydan itibâren bilinçli sayılamayacak türden, duygu ağırlıklı tepkiler verir. Bebeklikten çıkmaya başlayan çocuk, on yedinci aydan sonra, fizikî ihtiyaçlarını ağlamalarla ifâde etmeyi ağır ağır bırakır, işâretler ve kelimelerle iletişim kurma dönemi başlamıştır. Çocuk, 20. aydan ana sınıfının ilk aylarına kadar, duygularını gizlemeden, eğip bükmeden gösterir. Ağlarken gülmeye geçebilmesi, duygularını bastırma ve karşısındakini yanıltma niyetli olmadığının da göstergesidir. Psikologlar ve çocuk gelişimciler, beş duyuya dayalı hükümler vermenin, bir çocuğun ilgisinin müşahhas olanla sınırlı kalmanın 80-85 aya kadar devam ettiğini söylüyorlar. Soyut kavramları idrâk edemediği gibi, gerçeklik duygusu da henüz gelişmemiştir. Cansız nesnelerle konuşması, oyuncaklarıyla söze ve davranışa dayalı ilişkiler kurması, onun zihninin kavramlara ait deposunun boş olmasına, akıl yürütme melekesinin oturmamışlığına bağlanabilir. Başkalarıyla kurduğu bağların merkezine kendini koyan bir anlayışla ister veyâ reddeder; bu yüzden, kendinin doğru saydığı kararlarının arkasında, tepkilerinde, onun ihtiyaçları, korkuları ve arzuları bulunmaktadır. Bu kararlar sebep sonuç bağlantısı gözetilerek verilmez; bundan dolayı, çocuk “suç” ve ”yasak” kavramlarının hem sebebini hem de sınırlarını anlamakta zorlanır, sorumluluk üstlenemez.