-TÂRİHÎ SEYRİ, YENİ HEDEFLERİ- (ÜÇÜNCÜ BÖLÜM)
Gençlerimiz üniversite öncesi eğitim-öğretim çağında millî ve İslâmî düşüncelere göre yetiştirilmiyor. “Milletim nev’i beşer, vatanım rûy-i zemin” mısraını ideal, lâikliği din olarak kabul eden, Türk’e has vatanseverlik, dürüstlük, çalışkanlık, yardımlaşma, bayrak, dil, ahlâk kavramlarına yabancılaşmış bir nesil var. Onlar, anne-baba olduklarında kendileri gibi evlatlar yetiştirecekler. Farkında mıyız?
Fincancı katırlarını ürkütmek endişesine esir olanlar için “millî ve İslâmî” kavramlar kullanmadan da geleceğimizi aydınlık ve güvenilir konuma ulaştıracak nesiller yetiştirmemiz mümkündür. Hedef; iyi insan, gönlünde vatan ve millet sevgisine yer verebilen, dürüst ve ahlaklı, çalışkan ve üretken, kendisine yapılmasını istemediği bir hareketi başkasına yapmamak gerektiğini bilen ve benzeri yumuşak hedeflerle de istenilen neticelere ulaşılabilir.
Dr. Bayram, muhteşem eserinin 135. sayfasında gençlerimize çarpık bir eğitim verildiğini; 1931 yılında, Lise 2. sınıfta okutulan târih kitabının 88-92 sayfalarından naklen veriyor: Göze çarpan çarpık cümlelerden bâzıları:
“Muhammed, 570 târihinde dünyâya gelmiştir.” “Muhammed’in çocukluğuna”, “Muhammed büyüdükten sonra…”, “Muhammed’in koyduğu esaslar…”, “Muhammed, başlangıçta her halde şedit bir heyecana mâruz oldu…”
Bahsedilen şahıs herhalde bütün İslâm âleminin saygı duyduğu, örnek aldığı, adını dilinden düşürmediği kişi değil… Öyle olsaydı, kundura boyacısından, pazaryeri hamalından bahseder gibi yalnızca ismiyle bahsedilmezdi. Bizler, apartman kapıcılarını, mahalle bekçilerini, isimlerinin sonuna ‘Efendi’ kelimesini ekleyerek telaffuz etmeyi prensip edinmiş insanlarız. Değilsek bile öyle olmalıyız. Bu kadarı da yetmez, öyle olan bir nesil yetiştirmeliyiz.
‘1969 yılında Türk Târih Kurumu Yayını’ olan kitabın 364-370. Sayfalarından…
‘Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.
“Türkler Arapların dinini (?!) kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların ve sâirenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi.
Elbette etmezdi, edemezdi…
Biz Türkler; Arabistan, Bangladeş, Cezâyir, Mısır, Pakistan ve diğer Müslüman ülkelerle aynı ümmetteniz. Fakat ayrı milletleriz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Ermeniler, Musevîler ve Rumlarla aynı milletteniz. Fakat her biri ayrı bir ümmettir.
‘Millet’ ile ‘ümmet’i ayırt etmekten âciz, gelişememiş bir zihniyet… Bu zihniyetle bizler nasıl bir gelecek inşa ediyoruz? Hayır! İnşa etmek için boşuna çabalıyoruz.
… Ve insanlığın kaderini değiştirecek mühim bir ‘olgu’yu, ‘algı operasyonu’ ile değersiz hâle getirme çabası:
‘Çünkü Muhammed'in kurduğu dinin gayesi…’; Adı geçen kitaptan bir çarpık cümle daha: ‘Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kuran denir.’
Vah zavallılar, kimse onlara Cenab-ı Allah’ın varlığından bahsetmemiş… Böylece câhil bırakılmış… Onlar câhil olunca, câhil hocalar ortalığı işgal etmiş…
İlâhiyat fakülteleri varmış da onlar mı gitmemişler acaba?
Saçmalıklar devam ediyor:
Allah kelimesinin parolası altında Hıristiyan milletleri idâreleri altına geçirdiler, fakat onların dinlerine ve milliyetlerine ilişmeği düşünmediler. Ne onları ümmet yaptılar ne onlarla birleşerek bir kuvvetli millet yaptılar. Mısır'da, belirsiz bir adamı halifedir diye yok ettiler…
Cehâletin bu kadarına en mükemmel bir tahsille dahi sâhip olunamaz. Ancak hâince ve mahvetmeye azimli inat gerekir… Ayrıca hayli karışık… Târih bilmeyenler, Moğol Hülâgü’nün, Bağdat’ta çuvala konulup katlettirdiği Abbasi Halifesi el-Müsta'sım'ın Kahire’de öldürüldüğünü mü iddia ediyor? Mısır’daki son halife Üçüncü El-Mütevekkil alâ’llah Muhammed, İstanbul’a getirilmiş halifelik nişanlarını Yavuz Sultan Selim Han’a devretmiştir. Kahire’de öldürülen halife değil, Mısır Sultanı Memlüklü Tomanbay’dır.
Câhilce beyanlar devam ediyor:
Gâh Şark'a gâh Garb'a veya her tarafa birden saldıra saldıra Türk milletini Allah için Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah'a mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. Millî duyguyu boğan, fâni dünyâya kıymet verdirmeyen, sefâletler, zaruretler, felaketler hissolunmaya başlayınca asıl hakîki saâdete öldükten sonra ahrette kavuşacağını vaat ve temin eden dinî akide ve dinî his, millet uyandığı zaman onun şu acı hakikati görmesine mani olamadı. Bu feci manzara karşısında kalanlar, kendilerinden evvel ölenlerin, ahretteki saadetlerini düşünerek veya bir an evvel ölüm niyaz ederek ahret hayatına kavuşmyı telkin eden din hissi, dünyânın acısı duyulan tokadıyla, derhal Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı; dâvetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. Türk vicdan-ı umumîsi derhal yüzlerce asırlık kudret ve küşayişiyle, büyük heyecanlarla çarpıyordu. Ne oldu? Türk'ün millî hissi, artık ocağında ateşlenmişti. Artık Türk, cenneti değil, eski hakîki büyük Türk cedlerinin mukaddes miraslarının, son Türk ellerinin müdâfaa ve muhâfazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin, Türk milliyetinde bıraktığı hatıra.
Bu satırlar, 1969 yılında yayınlanan kitapta yer alıyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlı aleyhtarlığı, bir dereceye kadar hoş karşılanabilir. Siyâsette yeni gelenlerin eskiyi tenkit etmesi alışılagelmiş bir harekettir. Fakat 46 yılda, Cumhuriyet tamamen benimsendikten sonra, hâlâ Osmanlı düşmanlığı yapmak, insaf ölçülerinin dışında kalan gayri medenî, hattâ gayri insanî bir davranış olarak değerlendirilir. Unutulmamalı: Osmanlı da bizimdir, Cumhuriyet de… (DEVAM EDECEK )