Prof. Dr. Sadık Kemal TURAL

Akademisyen

[email protected]

Edebiyat Sosyolojisi*

(ÜÇÜNCÜ BÖLÜM)

İnanç/iman özü yıkayan, insanlaştıran, ruha yön veren kabullenmelerdir. Özde değil kabukta kalan inanç, ilkelliğin bir başka boyutudur. İnancını yobazlık olarak yansıtanlar ise ilkellikten kurtulamayanlardır. Bir inanç grubunun din sayılması için,  Allah/Rab/Yaratan inancı; Yaratan’ın görevlendirdiği elçi;  elçinin aldığı vahiy nitelikli emir ve yasaklar gereklidir. Toplumlardaki yaşanmış ve yaşanması gerekeni, vahye dayalı din anlatıyor. Sosyoloji ise zaman ve mekân sınırları belli olmak şartı ile yaşanmış ve yaşanmakta olanı çeşitli yollarla araştırıyor. Sosyolog gözlemci gibi, fotoğrafçı ve videocu gibi. Sosyolog, en küçüğünden en büyüğüne kadar toplulaşarak yaşayan grupları, tabakaları kavramlaştırarak inceliyor. Vahye dayalı her hüküm, insanın ve toplumun nasıl olması gerektiğini söylüyor. Sosyoloji, en küçüğünden en büyüğüne, az geçici olandan dâimi ve yaygın olanlara kadar toplulaşmışlığın fotoğraflarını çekip yapılarını hükme bağlıyor.  Sosyologlar, bazı ölçütlere dayanarak sosyal yapıların her birinin neyi, nasıl, niçin, tercih ettiğini tespit etmeye çalışıyor. Yeni bir bilgi alanı olan psikoloji, -öncelikle kişi ölçeğinde- insanların iç dünyalarının fotoğraflarını çekiyor.

Bir başka araştırıcı grubu olan tarihçiler ise, ‘şahidi olunmayan zamanların toplumlarının ve insanlarının’ fotoğraflarını çekmeye çalışıyor. Edebiyat bilimciler ise,  toplumun fotoğrafını çeken sosyologlardan, insanın fotoğrafçısı psikologlardan ve geçmiştekilerin fotoğraf ve videolarını çeken tarihçilerden farklı olarak “dil ile güzel ifade edilmiş olanın” içinden, kelimelerle çekilmiş fotoğrafları anlamaya yorumlamaya çalışıyor. İnanç nitelikli metinlerin, tarihçinin, sosyolog ve psikologların verdiği hükümler, edebiyat bilimcilerin vaz geçilmez yardımcılarıdır. Akıllı tarihçiler ile sosyologlar da edebiyat bilimcilerin ulaştığı tespit ve yorumlardan yararlanır.

Toplumda neler vardır? 1- Cinsiyet (Kadınlar, erkekler ve çocuklar), 2-Yaş, 3- Yerleşilen yer (Dağlılar, ovalılar, köylüler, kentliler), 4- Eğitim ve öğretimden alınan pay, 5- Meslek... Ayrıştırıcı, sınıflandırıcı yaklaşık 100 tane ölçüt bulabiliriz. Toplumlar ve insanlık, yaratılış farklarıyla ayrışan birer dünyadır.

Zamanımızın bilgelerinden, Oğuz Çetinoğlu Bey, bir telefon sohbetimiz sırasında, “ ‘Şair mizacının mahkûmudur’ dediniz. Bu ifadenizi biraz açar mısınız?” demişti. İnsanın hem beden, can ve ruhunu, hem de toplumdaki yer kazanımıyla işleyişini etkileyen bu muhataralı kavrama değinmeye çalışayım:

Araplar,“Mizaç” Farslar, “Huy”; Türkler, “Yaratılış” diyor. İnsanın, anasının doğduğu, akciğerlerinin çalıştığı anda yüksek bir enerji alışverişi oluşuyor. İnsandaki üç ana parça, evrenin enerjileriyle yapılanıyor. Birinci parça ‘beden’,  dünyaya geldi. Bedendeki enerjilenme sistemi çalışıncacan’ adlı ana parça varlık kazanıyor. Can, soluk ile işlerlik kazanan ve sonlanan bir sistem. Üçüncü parça olan ‘ruh’ ise işlerlik sistemi henüz çözülmemiş bir hazine.

 Doğum ânında dünyanın neresindeyseniz, saat kaç ise ve o anda güneş, ay hangi konumdaysa, onlardan gelen enerjiler, sizin mizacınızı, yaratılışınızı,  huyunuzu belirleyen alt zemini oluşturuyor(muş). Ölünceye kadar görev yapacak olan salgı bezleri -henüz beyin adlı komutlandırma merkezi işlemediğinden iorayla bağlantılanmadan-,  yazılımının gereklerine bağlı olarak çalışmaya başlıyor(muş).  Bu alt zemin, her insanın mübrem ve/veya muallak olan yazılımının yansıdığı alan... Doğum anında ve sonrasındaki bu enerjilenmelere, aileden gelen biyo-psikolojik verâset de ekleniyor: Mizaç,  bunların toplamıdır. Rab emri: “Ey insan, etrafına ve kendine bak, gör, anla, mizacına tefekkürünle hükmet.” Bu emir, insana, ‘toplumun benzeşen ve uyumlanan üyesi olması’ görevini de yüklüyor.

(DEVAM EDECEK)