Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan bir vâsıtadır. İnsanlar düşüncelerini, duygularını, fikir ve hükümleri ile emir ve isteklerini dil vâsıtasıyla muhataplarına duyururlar. Her dilin kendisine mahsus kanunları vardır ve bu kanunlar çerçevesinde gelişir. Bâzı kelimeler zaman içerisinde kullanımdan kalkar, sosyal gelişmeler ve teknik buluşlar sebebiyle, ihtiyaç hâlinde yeni kelimeler konuşma ve yazı diline dâhil olunur. Bu gelişmeler mutlaka Türk dilbilgisi kaidelerine göre olur ve tâbîi bir seyir tâkip eder. Toprağa ekilen tohum, kendi şartlarında ve belli süreç içerisinde gelişir, olgunlaşır ve meyve verir. Bu süre kısaltılır veya uzatılırsa, meyve veya sebze özelliklerini kaybeder, insan sağlığına zararlı bir yapıya sâhip olur. Dile yapılacak müdâlaleler de dilin bozulmasına, yozlaşmasına sebebiyet verir, anlaşma vâsıtası olmaktan uzaklaşır.
İnsan topluluklarını millet hâline getiren unsurların başında dil gelir. Millet hâline gelen insanlar devlet çatısı altında bağımsız yaşama hakkını elde ederler. Demek ki dil olmayınca millet; millet olmayınca devlet teşekkül etmiyor. Devlet olmayınca da bağımsızlık söz konusu değildir. Hâkim devletin boyunduruğu altında, insan haysiyetine yaraşmayan esir veya köle şeklinde bir hayata mahkûm olmak söz konusudur. Devletler, savaşta yenilmek gibi sebeplerle târih sahnesinden silinebilirler. Ancak târih sahnesinden silinen devletlere mensup milletler, dillerini kaybetmemişlerse tekrar bir devlet kurabilirler. Dilin bozulması sebebiyle, millet de dağılıp insan kalabalıklarına dönüşür. Bu defa insan kalabalıkları, tesiri altında kaldığı dilin mensuplarının kültürünü benimseyerek millî varlık ve karakterlerini kaybetmiş olurlar.
Türkler târih boyunca, vatan denilen topraklarını, bayraklarını ve hattâ dinlerini değiştirmişler fakat dillerini asla değiştirmemişlerdir. Değiştirmedikleri için de dâimâ devletleri olmuş ve hür yaşamışlardır.
Türkçemizin, insanlık târihi kadar eski bir mâzisi vardır. Bu mâzi içerisinde bölge ve dönem itibâriyle; ‘Uygur Türkçesi’, ‘Karahanlılar Türkçesi’, ‘Osmanlı Türkçesi’, ‘Batı Türkçesi’, ‘Orta dönem Türkçesi’, ‘Türkiye Türkçesi’… gibi farklı isimlerle anılmıştır. Türkçemizde; cümle yapısı ve umûmî kaideler açısından değişiklik olmamakla birlikte, kullanılan kelimeler itibâriyle değişiklikler yaşanmıştır.
Bizler, Türkiye Türkleri olarak Türkiye Türkçesi ile konuşur, yazar ve anlaşma sağlarız. Hâlen kullanmakta olduğumuz Türkiye Türkçesinin temelleri 1911 yılında teşekkül etmeye başladı. O dönemde Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında bulunan Selânik’te yayınlanmakta olan Genç Kalemler Mecmuası’nda imzâsız olarak yer alan, sonradan Ömer Seyfettin (Gönen, 1884 – İstanbul, 1920) tarafından yazıldığı açıklanan ‘Yeni Lisan’ başlıklı makale ilk adımdır.
Başlangıçta Ömer Seyfettin ve Ali Cânip Yöntem'in (İstanbul, 1887 – İstanbul, 1967) gayretleriyle çıkarılan derginin tesir gücü Ziya Gökalp'ın (Diyarbakır, 1876 – İstanbul, 1924) da katılmasından sonra arttı. ‘Yeni Lisan Hareketi’nin maksat ve hedefleri açıklandı. Bu prensipler şöylece özetlenebilir:
*Yazı dili ile konuşma dilini İstanbul Türkçesi’nde birleştirmek.
*Halkın sıklıkla kullandığı, diline yerleşmiş yabancı kökenli kelimeleri Türkçeleşmiş olarak kabul etmek, *Arapça ve Farsçanın dilimizdeki terkip ve terimleri kullanmamak. Arapça ve Farsçadan alınan kelimeleri ise kullanmaya devam etmek. *Dilimizde tam olarak karşılığı bulunan yabancı kökenli kelimeleri kullanmamak.
*Yeni kelime veya terim gerektiğinde halkın uyguladığı yöntemleri kullanarak yeni kelime veya terimler üretmek. *Artık kullanılmayan, yerini yeni kelimelere bırakmış eski Türkçe kelimeleri tekrar kullanıp diriltmeye çalışmamak. *Türkiye Türkçesinde yerli ağızlarda kullanılan kelimeleri ve uzak Türk şivelerinde kullanılan kelimeleri kullanmamak.
Şiirde Ziya Gökalp, hikâye ve romanda Müftüoğlu Ahmet Hikmet (İstanbul, 1870- İstanbul, 1927) bu prensipleri ilk benimseyenler ve tatbik edenlerdir. O yıllarda Türk Ocağı'nın çalışmalarına katılan Hâlide Edip Adıvar (İstanbul, 1884 – İstanbul, 1964) da Yeni Turan isimli eserini 1912 yılında bu prensiplerle yazdı.
Yeni Lisan Hareketi Nedir?
Genç Kalemler dergisi etrafında toplanarak, ‘Yeni Lisan Hareketi’ni başlatanlar devrin Türkçülük hareketini yürüten sanat ve fikir adamlarıdır. Türkçenin sâdeleşmesi konusunda en kalıcı atılımı, Yeni Lisancılar başarmıştır. Millî Edebiyat kavramı da bu hareketle meydana gelmiştir.
Yeni Lisancıların başlıca hedefleri;
*‘Millî bir edebiyat, millî bir dille yaratılabilir’ görüşünü yaygınlaştırmak,
*İstanbul Ağzı (konuşması) esas alınarak konuşma dilinin aynı zamanda yazı dili olmasını sağlamak, *Dil ve edebiyatı doğu ve batı taklitçiliğinden kurtarmak…
Şeklinde özetlenebilir.
Türk şâir, yazar ve fikir adamları arasında kısa zamanda yayılan bu yeni lisan ve millî edebiyat anlayışı, bir edebiyat akımı hâlini almış ve devrin hemen bütün şâir ve yazarları bu anlayışla eserler vermişlerdir.
Bu dönemde sâde dille eser veren şâir ve yazarlardan bâzıları şunlardır: Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Fâruk Nâfiz (Çamlıbel) (İstanbul, 1898 – Gemi ile seyahatte, 1973), Halit Fahri (Ozansoy) (İstanbul, 1891 – İstanbul, 1971), Orhan Seyfi (Orhon) (İstanbul, 1890 – İstanbul, 1972), Yusuf Ziya (Ortaç) (İstanbul, 1895 – İstanbul, 1967), Enis Behiç (Koryürek) (İstanbul, 1891 – Ankara, 1946), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) (Kahire, 1889 – Ankara, 1974), Refik Halid (Karay) (İstanbul, 1888 – İstanbul, 1965), Reşat Nuri (Güntekin) (İstanbul, 1889 – Londra, 1956), Yahya Kemal (Beyatlı) (Üsküp, 1884 – Paris, 1958); Türkçü hareketin içinde bulunmamakla beraber Mehmet Âkif (Ersoy) (İstanbul / Fâtih, 1873 – İstanbul / Beyoğlu, 1936), Süleyman Nazif (Diyarbakır, 1870 – İstanbul, 1927) ve daha birçok isim...
1930 yılında, yeni bir yola girildi. Arapça ve Farsça başta olmak üzere yabancı kelimelerin dilimizden tasfiye edilmesi, kullanılmaması fikri benimsendi. Türkçe, en ilkel kabilelerin dilinden daha fakir hâle geldi. Yazarlar ve hatipler meramını anlatamaz duruma düştüler. İki yıl sonra yanlışlığın farkına varıldı. 1932 yılından 1934 yılına kadar olan dönem, arayışlarla geçti. 1934 yılında, ‘Güneş-Dil Teorisi’ ortaya atıldı. Bu teoriye göre bütün kelimelerin Türkçe olduğu iddia ediliyordu. 1936 yılına gelindiğinde Güneş-Dil Teorisinin saçma olduğu anlaşıldı ve ‘Türkçeleşmiş kelime Türkçedir’ prensibi kabul edildi. Bu prensip, Genç Kalemler Mecmuasında Ziya Gökalp tarafından ileri sürülmüştü. Atatürk, ömrünün son iki yılında bu prensibe göre yazdı, konuştu. Atatürk’ün vefatından sonra tasfiyeciler meydanı boş bulup, özellikle Farsça ve Arapçadan gelen kelimeleri dilimizden attılar, batı dillerinden gelen kelimelere ise kapıları ardına kadar açtılar.
‘Dil katliamı’ olarak isimlendirilebilecek bu gayretkeşliklere dünyaca tanınmış edebiyat târihçisi Ord. Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü (İstanbul, 1890 – İstanbul, 1966) şiddetle karşı çıktı. 2 Nisan 1942 târihinde, Anayasa hakkındaki bir hükümet sorusuna verdiği cevapla dilde tasfiyeciliğin yanlışlığını ve zararlarını ilmî bir şekilde açıkladı:
-Dilde tasfiyecilik pr0jesinin hazırlanışında hiçbir prensip gözetilmediğini ve hiçbir usûle riâyet edilmediğini zannediyorum. Meselâ sonu ‘tay’ ile biten kelimeler Türkçe değil, Moğolcaya ait bir ekle yapılmıştır. Görev, ödev, saylav gibi kelimeler şekil bakımından, Anadolu Türkçemize tamamen yabancıdır.
'Yasa' gibi, Ancak Moğol istilasından sonra meydana çıkan târihi bir ıstılahın ana teşkilat kanunumuza ad olması da ne kadar doğrudur bilemiyorum.
-Okuyup yazma bilen ve bilmeyen insanlar tarafından ve asırlarca kullanılmış kelimelerin yerine, yeni kelimeler uydurulmasının doğru olmadığı fikrindeyim.
Bunlardan bazılarının -mesela 'egemenlik' kelimesi gibi- kök bakımından da uydurma olduğu, bazılarının da -mesela 'zor' kelimesi gibi- Türkçe olmadığı düşünülürse tutulan yolun sakatlığı daha iyi anlaşılır.
-Kâh Fransız kalıplarına, kâh Moğol şekillerine, kâh şarkî Türk şivelerine göre uydurulan, kâh Arapçadan tercüme yoluyla meydana getirilen -mesela ‘nâzır’ tercümesi olan 'bakan' gibi- birtakım kelimeler ve ıstılahlar, ana dilimizin daha şimdiden, ahengini, şivesini, hatta mantığını bozmak istidadını gösteriyor.
Fakat bu cevap ve 1 Ekim 1945'te Vatan gazetesine yazdığı ‘Dil Meselesi’ başlıklı yazı, bir netice vermeyince Köprülü tenkitlerinin dozunu arttırmak mecburiyetinde kaldı.