(DOKUZUNCU BÖLÜM)
Târihin bütün dönemlerinde Çin’de hüküm sürmüş devletler ile Çarlık ve Sovyet rejimli yönetim kökence aynı olan bir büyük halkı en küçük parçalara kadar bölmeyi, birbirine kırdırmayı, çeşitli gerekçelerle de kendilerini yok etmeyi vaz geçilmez hakları saymışlardır. Üç bin yıl önce kökenleri aynı olan halkların birbirinden uzaklaştırılması, dillerinin ve kültürlerinin işlevsizleşmesi, devletsizleştirilmesi konusundaki işlemlerin târihi ayrı bir konudur. Son beş yüz yıldır Asya’da Türk kökenli halklara uygulanan jenosidin bir tarafı zorla Hıristiyanlaştırmaya, diğer yanı bağımsız kültür ve yönetim oluşturmayı önlemeye dayalıdır. Bu yöndeki uygulamalar sistemli ve ısrarlıdır. Oğuz ve Kıpçak ana kollarına âit bilgiler çok daha fazla olduğu hâlde Türk Ata’nın üçüncü ana kollarından ve Ana Altayca’nın ana dallarından olan İskitler konusundaki bilgiler bu gün de çok yetersizdir. Karadeniz’i boydan boya saran kıyılar coğrafyasına M.Ö binli yıllarda İskit ana koluna bağlı aymaklar hâkim olmuşlardır. İsa’nın doğumunun öncesinde ve sonrasında, bir yandan çeşitli sebeplerle sert çatışmalardan, bir yandan tabiat şartlarındaki olumsuzluk ve hastalıklardan bir yandan da çeşitli dinlere (Musevilik, Manilik, Hiristiyanlık, Brahmanlık vs. ile Müslümanlık) girip çıkmalara bağlı farklılaşmalardan doğan ayrışmalar yaşadıkları anlaşılmaktadır. Bu farklılaşma ve ayrışmaların, kök bilgisinin ve bilincinin çok azalmasına, hattâ kaybolmasına yol açtığı düşünülebilir. İskit kökenli topluluklar bir yanı Batı KUN/Hunlarını ve Volga Bulgarlarını oluşturdular; diğer yanı ile Sâha, Çuvaş, Adige, Abhaz, Çırkız/Çerkez, Çiçi-n-Çeçen, Hazar, Şızgı/Lezgi, Avar alt topluluklarının oluşmasına kaynaklık ettiler.[1] Gerek İskit ana koluna bağlı alt topluluklar, gerekse Kıpçak ana koluna bağlı topluluklar parçalanıp bölündüğünden, kök bilgisinin gereği olan derlenme ve birlik oluşturma azalıp kaybolduğundan, başka ırkların karalamalarını (vahşi, barbar vb), kırım ve katliamlarını yaşadılar. Başka devletlerin yönetimine girmeye mahkûm olmaları, kök bilgisi ve ortak dil ve târih bilgisine bağlı şuur kaybı 18. yüzyıl sonlarına kadar devam etti; uyanış gösteren kişi ve gruplar öldürüldü. Hazarlara, Karaylara, Kazan ve Kırım Türklerine, Adige, Çeçen ve Abhazlara, Dağıstan halklarına, Ahıskalılara ve Doğu Türkistanlılara (yaygın söyleyişle Uygurlar’a) uygulanan insanlık dışı uygulamalar, her geçen yıl biraz daha su yüzüne çıkmaktadır.[2] Diğer yandan, son iki yüz yıllık Türk târihi ve onun en büyük bölümü olan Osmanlı sınırları içindeki topraklarda meydana gelen büyük çoğunluğu yenilgiler ile sonuçlanan durumları en ince ayrıntıya kadar görebilenler ile göremeyen veya görmek istemeyenler arasında ciddî tespit ve yorum farkları bulunmaktadır.[3]
[1]Bu konuda Pakistanlı târih bilgininin eserinde bazı cümleler vardır “Arap târihçilerin Sakalibe, bazı kaynaklarda da Sitkian/Sithiyan dedikleri” bu topluluklar, Hazarın her yönünde kıyısı bulunan devletçik ve topluluklarla “Asurlular ve diğer halklar ile çok savaşlar yapmışlardır.” Bkz.,.Abdülhamid Sıddıkî, Târihin Yorumu ( Çev. M. Beşir Eryarsoy), İast. 1973., s.27 Murat Acıyev, Olcas Süleymenov , L. Gumilyov gibi geçmişin en eski kaynaklarına ulaşıp yorumlayanların sayısı arttıkça Türk Ata kollarına âit târih de filoloji bilgisi de daha çok aydınlanacaktır.
[2] Başta Avrupa’da çıkmış yayınlar ile gerek Türkiye’ye kaçan aydınların yazdığı hâtırat ve araştırma nitelikli yüzlerce kitap ve binlerce makale, gerekse Cengiz Dağcı, C. Aytmatov gibi Türk kökenli veya G. Orvel, Soljenitsin gibi yazarların edebiyattan sayılan eserleri bu insan haysiyetini dışlayan rejimin arka yüzünü anlatmaktadırlar. Aydın katliamı konusunda bilgi edinmek isteyenler, dil bilgini Ahmet Buran’ın Kurşunlanan Türkoloji( 5. bs. Ank. 2019) adlı eserini okumalıdır.
[3] Fesli zavallı gibileri ciddiye almamak şartıyla Türkiye ve Balkan Türklerine yöneltilen iftiraların, millî şahsiyetlere yöneltilen haksızlıkların önlenmesi için tahlilî bir kaynak çalışmasına ihtiyaç vardır. Târih araştırması yapanlardan da, târihî tahkiyeli eser yazanlardan da, olayların, şahsiyetlerin, kurumların fotoğrafını değil röntgenini çeken dikkati beklemeliyiz. Bu konuda Yılmaz Öztuna’nın târihine bakılabilir. İbnülemin’ın târihî hadise ve şahsiyetleri yazarken gösterdiği belge düşkünlüğü konusunda, Dursun Gürlek’in İbnülemin’in hayatı ve şahsiyetini anlatan iki ciltlik araştırmasından yararlanılabilir. Terâcim, vefâyat, ensâp, velâyet-nâme ve menkıbe-nâme ile cenk-nâme gibi kaynaklar ile destan, hâtırat, seyahat-nâme, şehir(ler), giyim-kuşam, iktisad-ticaret, teknik araç ve gereçler târihi adlı ve nitelikli eserler târih yazıcıların yardımcı kaynaklarıdır. Yazdığını farklı kaynaklarla denetlemekle tanınan birikimli şahsiyetleri bilmek isteyenler, D. Gürlek’in klasiklerden saydığım Ayaklı Kütüphâneler adlı eserini okumalıdır.