Ahmet TEKİN

İlahiyatçı, yazar

Hz. Muhammed s.a.’i Başarıya Götüren Özellikleri - Diplomatik Faaliyetleri, Savaşları, Mucizeleri

Hz. Peygamber’in diplomatik faaliyetleri Medine’deki görüşmelerle sınırlı kalmamış, diğer ülkelerle yazılı haberleşmeyi sağlayan düzenli bir servis kurulmuştu. Bu yazışma metinlerinin çoğu kaybolmakla birlikte bazıları kaynaklarda yer almaktadır.  Muhammed Hamîdullah bunları el-Vesâ’iku’s-siyâsiyye adıyla bir kitapta toplamıştır. Resûlullah imparatorlar dahil birçok yöneticiye İslâm’a davet mektupları göndermiştir.  Bunların arasında o dönemin iki büyük gücü Bizans ve Sâsânî devletleri de vardı. Bu iki devletle çatışmak büyük tehlike arz etmekle birlikte Hz. Peygamber büyük bir özgüvenle ilâhî daveti insanlara ulaştırma misyonunu icra ediyordu. Nitekim çok geçmeden bu ülke topraklarının büyük kısmı İslâm hâkimiyetini tanımıştır
Resûlullah’ın hükümdarlara yazdırdığı mektuplar, gerek hitap tarzı, gerekse meramını ifade bakımından büyük bir diplomatik incelik ve açıklık taşımaktadır. Allah’a hamd ile başlayan mektuplarda, muhataba, Allah’ın nimetlerine şükür hatırlatılmakta; İslama davet edilirken, muhatabın, İslamın yayılmasına hizmeti de istenmekte; mektubun selamlama cümlesinde, davete icabet etmeyenler  nazikçe uyarılmaktadır. Elçilerinin diplomatik maharete sahip oldukları, hükümdarların huzurunda yaptıkları konuşmalardan anlaşılmaktadır.  İbn Hudeyde, Hz. Peygamber’in elçi ve kâtiplerine dair el-Misbâhu’l-mudî adlı eserinde  kırk sekiz elçiyle ilgili bilgi verir. Resûl-i Ekrem’in gelen elçileri karşılarken en güzel elbiselerini giydiğine, getirilen hediyeleri kabul ettiğine ve misafirleri uğurlarken kendilerine azık hazırlatıp hediye verdiğine dair kaynaklarda zengin malzeme vardır.
Hz. Peygamber’in darda olana yardım etme ve zayıf olanı koruma ilkesini samimiyetle uygulaması onun dış ilişkiler konusundaki başarısının anahtarlarındandır. Meselâ Hudeybiye Antlaşması öncesinde kıtlık çeken Mekke’deki Kureyş fakirlerine dağıtılmak üzere ilkinde Ebû Süfyân’a hurma göndermiş, ellerinde kalan depolarında tuttukları derileri almış, ikincisinde de 500 dinar göndermiştir. O da kendi düşmanlıklarına karşı yapılan bu cömertliği övgüyle dile getirmişti.  Mekke’nin fethi sırasında, şehrin en nüfuzlu lideri iken bir anda otoritesini kaybeden Ebû Süfyân’ın evine sığınanların güven içinde olacağını duyurması hem onu memnun etmiş, hem de halk arasında olumlu bir etki bırakmıştı. Yine bu esnada, ensarın sancağını taşıyan Sa’d b. Ubâde’nin, Allah’ın Mekke’nin başını önüne eğdiği bu günde şehri yağmalayabileceklerini ima eden bir söz söylediğini duyunca Resûlullah’ın, bugünün bağışlama günü olduğunu ve Allah’ın Mekke’yi asıl bugün yücelteceğini belirterek onu görevden alıp yerine oğlu Kays’ı tayin etmesi  ve Kureyşliler’i affederek büyük bir âlicenaplık göstermesi şehirdeki olumsuz havayı bir anda değiştirmiş ve halkın İslâmiyet’i kabul etmesine vesile olmuş, Kaysın tayini Sa’din gücenmesini önlemişti.
Hz. Peygamber fetihten sonra Mekke’de kalmayıp Medine’ye dönmekle hem zor zamanında kendisine yardım eden ensara vefa borcunu ödemiş, hem de bu şehrin İslâm devletinin merkezi olma özelliğini dikkate alarak ümmetin birliğini koruma yönünde siyasî bir basîret göstermişti.  Ensarın fethin ardından Resûlullah’ın kendi memleketinde kalacağından endişe ettiğini öğrenince böyle bir davranışın “hamd” kökünden türeyen adıyla (Muhammed) çelişeceğine işaretle onları asla terk etmeyeceğini belirtmiştir.
Resûl-i Ekrem’in barışın tesisi ve devamı için diğer toplumların ve din mensuplarının önde gelenleriyle ilişkilerinde son derece yumuşak ve cömert davranması, kendilerine itibar göstermesi de dış siyasetinin bir parçasıydı. Resûlullah’ın buna ilişkin tavsiyesini  ve uygulamalarını yorumlayan âlimler bu konuda din ayırımı yapmadığını belirtirler.  Nitekim onun mütevazı, nazik ve âlicenap tavırları sebebiyle birçok kabile lideri İslâmiyet’i kabul etmiş, kabileleri de onları takip etmiştir.
Hz. Peygamber, başkalarıyla ilişkilerinde iyiliği ve barışı esas almakla birlikte müslümanların Mekke’de yaşadıkları acı tecrübe askerî bakımdan güçlü olmalarını gerektiriyordu. Kur’ân-ı Kerîm haksız saldırıya uğramaları sebebiyle müslümanlara savaşma izni veriyor  ve onlardan düşmana karşı hazırlıklı olmalarını istiyordu.  Bundan dolayı Resûl-i Ekrem’in Medine dönemindeki hayatı saldırganları cezalandırmak, düşman güçlerinin birleşmesini önlemek, yol ve ticaret güvenliğini sağlamak gibi çeşitli amaçlarla yapılan bir dizi askerî harekât ve savaşla geçmiştir.
Resûlullah’ın bizzat kumanda ettiği gazvelerin sayısı Vâkıdî, İbn Hişâm ve İbn Sa’d’ın tespitlerine göre yirmi yedidir.  Mahmûd Şît Hattâb umretü’l-kazâyı da ekleyerek bu sayıyı yirmi sekize çıkarır ki, bunlardan yalnız dokuzunda savaş cereyan etmiştir. Gazvelerin ilki 2. yılın Safer ayında (Ağustos 623) vuku bulan Veddan Gazvesi, sonuncusu da 9. yılın Recep ayındaki (Ekim 630) Tebük Gazvesi’dir. Seriye (müfreze) denilen ve bir sahâbî tarafından kumanda edilen askerî birliklerin sayısıyla ilgili olarak otuz beş-elli altı arasında değişen rakamlar verilmekte, hatta bazıları bu sayıyı yetmişin üstüne çıkarmaktadır. Seriyyeler Kureyş kervanlarını taciz etme, güvenlik, istihbarat ve keşif, İslâm’a davet, bir saldırıya karşılık verme, hedef şaşırtma, destek, özel görev gibi çeşitli amaçlarla yapılmıştır.

Bu sayede düşman güçleri ve planları, niyet ve hareketleri hakkında bilgi edinilmiş, insan ve madde kaynakları değerlendirilmiş, saklanma, levazım kaynakları, düşmanla karşılaşma ve düşmanı pusuya düşürme imkânları bakımından çevredeki arazi tanınmıştır. Seriyyelerin ilki, Hz. Hamza kumandasında hicretin 1. yılı Ramazan ayında (Mart 623) îs mevkiine (Sîfülbahr Seriyyesi), sonuncusu, Hz. Ali kumandasında 10. yılın Ramazanında (Aralık 631) Mezhic’e gönderilmiştir.
Başarılı bir savaş stratejisi için gerekli olan organizasyon, moral, sürpriz, hücuma dayalı aksiyon, güvenlik, hareketlilik, sürat, gücün tasarruflu kullanılması, merkezî kumanda, bölge coğrafyasının etkin kullanımı, gizliliğin korunması, sağlam ve sistemli istihbarat gibi temel yöntem ve prensiplerin Hz. Peygamber tarafından büyük bir maharetle uygulandığı görülmektedir. Resûl-i Ekrem uyguladığı savaş stratejisiyle düşmana hemen her zaman sürpriz yapmış, büyük harekâtların altısında, küçüklerin dokuzunda düşmanı tamamen hazırlıksız yakalamıştır. Bu sayede askerî seferlerinin yalnız üçte birinde savaş meydana gelmiştir. Gönderdiği seriyyelerin de otuz ikisinde düşman tamamen sürprizle karşılaşıp direnememiştir. Yalnız dokuzunda küçük çaplı çatışmalar, Mûte’de ise savaş meydana gelmiştir.  Hz. Peygamber’in savaş stratejisinde insan ve mal kaybının asgaride tutulması önemli bir ilkeydi. Bu sebeple harekâtlarda silâhlı çatışma olmaması için özel tedbirler alır, anlaşmazlığın savaş yapılmadan halli için büyük gayret gösterirdi. Arap yarımadasında İslâm hâkimiyetinin sağlandığı on yıl içinde Resûl-i Ekrem’in katıldığı dokuz savaşta müslümanların kaybı rivayet farklılıklarına göre en çok 147, düşmanın kaybı ise 288’dir. Seriyyeler için farklı rakamlar verilse de savaşlarla birlikte her iki tarafın toplam kaybı 1000 civarında bir rakama ulaşmaktadır. Benî Kurayza’nın 600-700 olduğu rivayet edilen kaybı bunların dışındadır.  Resûlullah, meşruiyet gerekçesi bulunmayan bir savaşa rıza göstermediği gibi savaşın keyfîlikten uzak tutulması ve temel hukuk ilkelerine bağlı kalınması için çaba harcamıştır. Fiilen çatışmaya katılmayan çocuk, kadın ve yaşlı kimselerin öldürülmesini, hıyanette bulunulmasını, ahde vefasızlık gösterilmesini yasaklamış,  düşmanın öldürülmesi sırasında kin ve nefreti arttıracak davranışlardan sakınılmasını, iyilik ve güzelliğin şiar edinilmesini,   esir ve rehinelere iyi davranılmasını emretmiş, diğer milletlerin uyguladığı işkence vb. uygulamalardan askeri menetmiş, hukuka aykırı bir uygulama gördüğünde onu düzeltmiş veya tazminle telâfi yoluna gitmiştir.  Birçok durumda kötülüğe karşı iyilikle muamele ederek insanların saygı ve sevgisini kazanmıştır.
Hz. Peygamber savaş hazırlıklarını büyük bir gizlilik içinde tutar ve fiilen savaş alanına ulaşıncaya kadar niyetinin düşman tarafından, hatta bazen kendi emrinde bulunan kişilerce öğrenilmesine imkân vermezdi. Düşmanı yanlış hedeflere yönlendirmeye büyük özen gösterirdi. Hicretin 17. ayında Abdullah b. Cahş kumandasında Nahle’ye bir seriyye gönderdiğinde yapacakları göreve dair talimatın yer aldığı mektubun iki gün sonra açılmasını emretmesi, Mekke fethinin hazırlıkları sırasında Suriye yönünde Batn-ı İdam’a bir askerî birlik göndermesi bu amacı taşıyordu. 10.000 kişilik büyük bir orduyla girişilen Mekke’nin fethi esnasında Medine’de giriş ve çıkışlar kontrol altına alınmış, Hz. Ebû Bekir ve Âişe gibi yakınları bile hazırlığın hangi amaçla yapıldığı hususunda bilgilendirilmemiş, dışarıdan orduya katılacakların iltihakı yol boyunca sağlanmış, düşman ancak İslâm ordusu Mekke’ye yakın bir yere geldiğinde işin farkına varabilmişti. Benî Lihyân Gazvesi sırasında orduyu önce kuzeye, Şam’a doğru yola çıkarıp daha sonra bu kabile üzerine yürümüş. Hayber Gazvesi esnasında Hayber yahudilerine yardıma giden Gatafân kabilesi toprağındaki Recî’e yönelip Gatafân ve Fezâre’nin kendi yurtlarını savunmak için dönmelerini sağlamış, ardından Hayber’e doğru giderek ittifak kurmalarını önlemişti.
Savaşta düşmanı yanıltıcı strateji ve taktiklerin önemine dikkat çeken Resûlullah,  Hendek Gazvesi sırasında Gatafân ve Fezâre liderleriyle anlaşma yolları arayarak mevcut ittifakı bozmaya çalışmış, yeni müslüman olan Gatafânlı Nuaym b. Mes‘ûd’u bu durumdan habersiz olan yahudiler ve Kureyş ile Gatafân kabilelerinin arasını açmak için görevlendirmiştir.  Mekke’nin fethi sırasında şehre yakın bir yerde konaklayan orduda her askerin ateş yakmasını emretmesi ve amcası Abbas’tan Ebû Süfyân’ı ordunun geçişini göreceği bir yerde alıkoymasını istemesi Mekke halkının direncini kırarak karşı koymalarını önleme amacını taşıyordu.  Resûlullah, savaş stratejisinin bütün unsurlarını başarıyla uygularken düşmanın aynı şekilde karşılık vermesine fırsat tanımamış, bizzat katıldığı on bir büyük harekâtın sekizinde ve on yedi küçük harekâtın hepsinde taarruzda bulunarak inisiyatifi elinde tutmuştur. Bedir, Uhud ve Hendek’te düşman müslümanların üzerine gelmişse de inisiyatif yine Resûl-i Ekrem’in elinde olmuş, yüksek taktik hareketleriyle düşmanı şaşırtıp bozguna uğratmıştır.
Savaşlarda en sıkıntılı durumlar karşısında bile paniğe kapılmayan ve acziyet göstermeyen Hz. Peygamber bir kumandanda bulunması gereken güçlü irade ve cesaret, sabır ve tahammül, tereddütsüz sorumluluk üstlenme, emri altındakileri iyi tanıma, onlara karşı âdil davranma, zorluklara birlikte göğüs germe, güven ve saygı telkin etme, süratle doğru ve tereddütsüz karar verme, yardımcılarına danışma, sır saklama, zaferle şımarmama ve yenilgiden yılmama gibi vasıflara sahipti. Mümkün olduğu ölçüde kendi zamanında mevcut askerî alet ve araçları kullanmaya önem verirken askerlerinin moralini yüksekte tutma hususunda büyük başarı göstermiş, maddî ve manevî güçler arasında mükemmel bir denge kurmuştur. İnsan psikolojisine ve sosyal ilişkilere önem vermiş, karşılıklı sevgi ve saygıyı, yönetici ve kumandanlara itaati, çekişme ve ayrılığa düşmemeyi tavsiye etmiş, askerî harekâtlar sırasında bile ashabın özel meseleleriyle ilgilenmekten geri durmamıştır.
Düzenli orduların bulunmadığı Arap kabile toplumunda insanlar maddî güçlerine göre kendilerini koruyacak silâhlara sahip olup savaşlarda silahıyla orduya katılıyordu. Hz. Peygamber savaş durumuyla sınırlı olsa da orduyu belli bir düzen içinde oluşturmak, silâhı bulunmayanlara silâh temin etmek, yeni silâhlar ve savaş teknikleri konusunda onları yetiştirmek için tedbirler almıştır. “Kuvvetli olmak, silah kullanabilmek, silahlı güce ve silaha sahip olmaktır.” buyurmuşlardır.  Orduya katılacak kimselerin her yıl tespitini bizzat yapıyor  ve isimlerini yazdırıyordu.  Kadınları da gerektiğinde savaşta yiyecek ve silâh taşıma, hastaları tedavi etme gibi hizmetlerde istihdam ediyordu.
Resûl-i Ekrem genç ve yetenekli kumandanların yetişmesine büyük önem vermiş, bizzat bulunduğu askerî harekâtlardaki önderliği yanında bu savaşlarda ve özellikle seriyyelerde şahsî inisiyatif tanıyıp onları eğitmiştir. İlk yıllarda bizzat kendisi kumandanlık yaparken daha sonra bu görevin yeni yetişen kumandanlara verildiği dikkat çekmektedir.  Hz. Peygamber, bazı sahâbîleri kale kuşatmalarında kullanılan savaş aletlerinin yapımını öğrenmekle görevlendirmiş ve Tâif kuşatmasında mancınık kullanmıştır.  Hendek Gazvesi sırasında Medine’nin çevresine hendek kazılması da Araplar arasında bilinen bir şey olmayıp Allahın, Rasulüne ilhamıyla yapılan bir uygulamadır. Selman-ı Farisinin bu konudaki hizmeti, hendeğin çabuk kazılma tekniğini eshaba öğretmesidir. Resûlullah’ın o dönemde bilinen her türlü silâhı temin etmeye çalıştığı, kılıç, mızrak, ok gibi silâhlar yanında zırh, miğfer, kalkan gibi aletleri de bizzat kullandığı bilinmektedir.  Sefer ve savaş sırasında parola ve üniforma sayılabilecek belli renkte sarık ve elbiseler veya belli işaretler kullanılmasını istemiş,  ayrıca ok atmayı, ata binmeyi ve yüzmeyi teşvik etmiş, bu hususta yarışlar düzenleyerek eğitime önem vermiştir.  Silâhlar devletin imkânları yanında büyük ölçüde bağışlarla sağlanıyor, Hz. Ömer’in naklettiğine göre Resûlullah, fey gelirlerinden ailesinin bir yıllık nafakasını ayırdıktan sonra kalan miktarla at ve silâh aldırıyordu.
Hz. Peygamber ayrıca disiplinli ve başarılı bir haber alma teşkilâtı oluşturmuştu. Bir sefere çıkıldığında veya dönüşte gerek düşman hakkında bilgi edinmek, gerekse yol güvenliğini sağlamak için keşif kolları çıkarır, kılavuz ve casuslar kullanır,  gerektiğinde henüz müslüman olmayan kimselerden de yararlanırdı.
İslâm’da imanın esaslarından birini nübüvvet konularının teşkil etmektedir. Kur’an’da Resûl-i Ekrem’in nebîlik konumuna temas eden âyetlerin bir kısmında onun peygamberler silsilesinin son halkasını oluşturduğu,  peygamberlere gelen ilâhî emir ve yasakları tebliğ edip fert ve toplumları manevî arınmaya tâbi tutma, onlara kitap ve hikmeti öğreterek hak dini hayata geçirme görevinin Hz. Muhammed’e verildiği ifade edilmektedir.  Bütün inanç mensuplarının hürmetle anıp sahiplendiği Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte Kabe’yi inşa ederken sonraki toplulukların içinden bu görevleri ifa edecek bir elçi göndermesini Allah’tan dilemiştir.  Nübüvvetinin geçmişle bağlantısının ne olduğu hususunda sorulan bir soruya Hz. Peygamber’in verdiği cevap, ilgili âyetlerin bir açıklaması mahiyetindedir: “Nübüvvetimin tarihî kaynağı atam İbrahim’in duası ve kardeşim îsâ’nın benim peygamber olarak gönderileceğimi müjdelemesidir”.  Yine Resûl-i Ekrem, kendisinin diğer peygamberlerle olan münasebetini mükemmel inşa edilen, fakat bir tuğlası eksik bırakılan binaya benzetir.  Sâffât sûresinde Hz. Nuh’tan itibaren bazı peygamberlere ismen selâm okunduktan sonra Allah’ın bütün elçilerine selâm gönderilmiş, buna bağlı olarak Hz. Peygamber de, “Bana selâm okuduğunuzda Allah’ın diğer elçilerine de selâm okuyun, zira ben de onlardan biriyim” demiştir.  Bu âyet ve hadisler bütün peygamberlerle birlikte Hz. Muhammed’e de iman etmenin gereğini ortaya koymaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Muhammed’in nübüvvetle görevlendirilip gönülleri gerçeklere açık olan topluluklara gönderilmesi ilâhî bir lütuf diye nitelendirilmek-te,  onun tebligatı ve oluşturduğu inançlı toplum, bunların tarih içinde oynadığı rol bütün insanlık için bir rahmet olarak değerlendirilmektedir.
Resûl-i Ekrem’in Kur’an’ın muhtevasında çok önemli bir yer tuttuğu görülür. Kur’ân-ı Kerîm’de çoğul sîgasıyla gelip Hz. Muhammed’i de kapsayan 170 civarındaki âyette “resul” ve “nebî” kelimeleri geçmekte, ayrıca Peygamber’in kendisi kastedilmek üzere resul 171, nebî de otuz dokuz defa tekrarlanmakta, yirmi beş kadar âyette de “irsal” kalıbından fiillerle risâlet görevi ona nisbet edilmektedir. On üç âyette “yâ eyyühe’n-nebî”, iki âyette “yâ eyyühe’r-resûl” hitabı yer almaktadır.  Mâtürîdî, Allah’ın bütün peygamberlere kendi isimleriyle hitap ederken Muhammed aley-hisselâma “ey resul, ey nebî” diye hitap etmesini onun diğerlerine üstünlüğünün işareti olarak kabul etmiş,  onun bu görüşü talebesi Ebü’l-Leys es-Semerkandî vasıtasıyla Kâdî İyâz’a da intikal etmiş-tir.  Kur’ân-ı Kerîm’de dört âyette Muhammed ismi yer almaktadır. Bunların ikisinde “Resûlullah” tabiri geçmekte,  birinde resul olduğu ifade edilmekte,  birinde de dünya ve âhiret mutluluğuna erişmek için Muhammed’e inanmak şart koşulmaktadır.  Diğer bir âyette, Hz. îsâ’nın kendisinden sonra gelecek resulü müjdelerken onun adının Ahmed olacağını söylediği bildirilmektedir.  Seksen altı âyette Allah ve Muhammed kastedilerek resul kelimesi vav edatı ile bir arada zikredilmiş, on yedi âyette de “bizim resulümüz”, “O’nun resulü” anlamındaki terkipler yer almıştır. Kur’an’da ikinci ve üçüncü şahıs olarak Hz. Peygamber’le bağlantılı zamirlerin sayısı binleri bulmakta, ona yönelik “kul” (de ki) hitaplarının sayısı 300’ü aşmaktadır.  Ezan içinde yer alan Muhammed ismi yirmi dört saatin her anında Allah adıyla birlikte anılmaktadır. Buna çeşitli münasebetlerle tekrarlanan kelime-i tevhid ve kelime-i şehâdeti, farz namazlardan önceki ikâmette, ayrıca namaz içindeki Tahiyyat, Salli ve Bârik dualarında nebî ve Muhammed isminin tekrar edilişini eklemek gerekir. Çok defa dikkat çekmeyen bu iç içe sistem Hz. Peygamber’in dindeki konumunu göstermektedir.
İnsan sadece maddî sıkıntılarının giderilmesiyle huzur bulamamakta, manevî desteğe de ihtiyaç duymaktadır. Tarih dinin bu desteklerin başında yer aldığını ortaya koymaktadır. Resûl-i Ekrem de yakın ve uzak muhataplarının bu ihtiyacını derinden hissetmiştir. “Tebliğ ettiğin ilâhî mesaja inanmayacaklar diye neredeyse kendini helak edeceksin”;  “Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye değil kalpleri etkilenip ürperecek kimseler için bir uyarıcı olarak indirdik”  meâlindeki âyetler bu gerçeğe işaret etmektedir. Müfessirler, Hicr sûresinde görülen (15/72) “hayatın hakkı için ...” anlamındaki hitabın Resûl-i Ekrem’e Allah’ın bir iltifatı sayıldığını, böyle bir mazhariyetin başka hiçbir peygambere nasip olmadığını ifade eder.  Eski peygamberlerin hitap ettiği kavimler çoğunlukla iman etmedikleri için helak edildiği halde Hz. Muhammed’e, kendisi kavminin içinde bulunduğu sürece onların dünyevî bir cezaya mâruz bırakılmayacağı bildirilmistir.  Mi’rac dolayısıyla İsrâ ve Necm sûrelerinde Resûlullah’ı yüceltici ifadeler kullanılmış, Kevser sûresinde birçok iyilik ve güzelliğin ona verildiği zikredilmiştir. Bu sûrede yer alan Kevser ile İsrâ sûresinde (17/79) Resûl-i Ekrem’e vaad edilen makâm-ı mahmûd bir arada düşünül-düğünde Peygamber’in getirdiği mesajın dünya var oldukça etkinliğini sürdüreceği yolunda bir sonuca ulaşmak mümkündür
Bütün peygamberler hitap ettikleri toplumları eğitime tâbi tutmakla görevlendirilmiştir. Çeşitli âyetlerde Resûl-i Ekrem’e mu-hataplarını mânevî kirlerden temizleyip arındırması yolunda faaliyet göstermesi, huzur ve sükûnete kavuşmaları yönünde kendilerinin de şahit olacağı şekilde dua ve niyazda bulunması emredilmiş,   şahsına karşı işleyebilecekleri kusurları affetmesi, ayrıca günahlarının bağışlanması için Allah’tan mağfiret dilemesi istenmiştir.  Âyetlerde Peygamber ile münasebetleri konusunda topluma da sorumluluklar yüklenmiş, fertlere Allah tarafından görevlendirilen bir elçinin mutlak itaatle karşılanması gerektiği hatırlatılmış, günah işlediklerinde Peygamber’e başvurup af dilemeleri, Peygamber’in de kendileri için bağışlanma talebinde bulunması halinde Cenâb-ı Hakk’ı fazlasıyla bağışlayıcı ve merhametli bulacakları bildirilmiş,  ayrıca müminlerin resulün duasını istemeleri tavsiye edilmiştir.
Çeşitli âyetlerden hareketle bir müslümanın Resûl-i Ek-rem’e karşı görevlerini, dolayısıyla gerçek bir mümin olmasının şartlarını ona inanmak, itaat etmek, onun izinden gitmek, onu sevmek ve salâtü selâmla anmak şeklinde sıralamak mümkündür. Kur’an’da Hz. Peygamber’in risâletinin bütün insanları kapsadığını belirten âyetin devamında Allah ile birlikte resulüne de iman edilmesi emredilmiş,  bu emir başka âyetlerde iman ve itaat şeklinde tekrarlanmıştır.  Kur’ân-ı Kerîm’in on iki yerinde emir şeklinde, beş âyette fiil kalıplarıyla Allah’a itaatle resulüne itaat beraber zikredilmiş,   resule itaat edenin Allah’a itaat etmiş sayılacağı belirtilmiş, Allah ile birlikte resulüne itaatin kadın ve erkek müminlerin şiarı olduğu bildirilmiştir.  Hz. Muhammmed s.a.’i inkarın ise bütün peygamberleri inkar manasına geldiği hükme bağlanmış-tır.  Kâdî İyâz, Cenâb-ı Hakk’ın bu tür âyetlerde kendi ismiyle resulünün ismini, kendisine itaatle resulüne itaati birlikte ifade eden atıf “vâv”ı ile yanyana getirdiğini, böyle bir bağlantının Hz. Muhammed’den başkası için mümkün olmadığını kaydetmiştir.
Kur’an’da her şeyi kuşatan ilâhî rahmetten faydalanacak kimselerin nitelikleri belirtilirken Tevrat’ta ve İncil’de kendisine atıfta bulunulan ve ümmî bir nebî, bütün insanlığın peygamberi olan resule tâbi olmalarından söz edilir;  böylece yahudilerle hıristiyanların da ona inanmaları gerektiği ifade edilir.  “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” meâlindeki âyet  Hz. Peygamber’in Asr-ı saadet’teki muhatapları yanında bütün insanlığa bir çağrıdır. Ayrıca meşakkatli Tebük Seferi’ne katılan muhacir ve ensar gruplarının “zor gününde nebîye uyma” sınavını başardıkları için ilâhî rahmet ve yakınlığa lâyık görüldüğü bildirilmektedir. Bu olayla ilgili âyetlerin sonuncusunda, “Medine halkına ve onların çevresindeki be-devî Araplar’a Resûlullah’tan geri kalmaları ve onun hayatın-dan önce kendi hayatlarını düşünmeleri yakışmaz” denilmek suretiyle Hz. Peygamber’e gösterilmesi gereken saygı ve bağlılık vurgulanmıştır.
Diğer nebîlerin yanında Hz. Muhammed’in de muhataplarının hak dini benimseyip ebedî mutluluğa erişmelerini gönülden arzu etmesi ve bunun gerçekleşmemesinden derin üzüntü duyması onun insan sevgisinin bir göstergesidir. Resûl-i Ekrem insanların Allah’ı tanımalarına ve sevmelerine aracı olduğuna göre  hem yaratanı hem yaratılmışı seven bir insandır. Kendisi “habîbullah-Allah’ın sevgili peygamberi” olduğunu, fakat bunu övünme vesilesi kılmadığını söylemiş,  habîbullah nitelemesi müslümanların “resûlullah”tan sonra en çok tekrar ettikleri vasıf olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber’in müminlere kendi canlarından daha yakın olduğu,  sıkıntıya düşmeleri halinde üzülüp üzerlerine titreyen, şefkat ve merhamet gösteren bir duyarlılığa sahip bulunduğu  ifade edilmektedir. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Resûl-i Ekrem muhatapları karşısındaki konumunu, ateşe düşmekte ısrar edenleri bellerinden yakalayıp kurtarmaya çalışan kimsenin durumuna benzetmiştir.
Ebû Abdullah el-Halîmî, Resûlullah’ın özelliklerini bilen akl-ı selim sahibi bir kişinin onu babasından ve hocasından daha çok sevmesi gerektiğini söylemiş, bu arada bazan sevginin sevilenden beklenebilecek menfaatlerden kaynaklandığına işaret etmiş, ancak Peygamber sevgisinin bu merhaleyi aşarak tazim ve hürmet derecesine yükselmesinin lüzumunu belirtmiştir.  Resûl-i Ekrem, muhtemelen övünç vesilesi olarak algılanmaması ve sonraki dönemlerde Hıristiyanlık’ta görüldüğü gibi aşırı telakkilere yol açmaması için kendisinin üstünlüğünü dile getiren beyanlara fazla yer vermemişse de, birçok hadis mecmuasında Peygamber sevgisi-ne dair bazı ifadeleri mevcuttur. “Sizden hiçbiriniz beni babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz” meâlindeki hadis  bunlardan biridir.
Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş peygamberlere, seçkin kullara ve cennet ehline Allah’ın selâmı ifade edildiği gibi,  Allah’ın ve meleklerinin Peygamber’e salât ettikleri bildirilerek müminlerden de ona salâtü selâm getirmeleri istenmiştir.  Allah’ın birine salâtı “rahmet, günahlardan arındırma, manevî makamını yüceltme” mânasına kabul edilmiş, meleklerin ve müminlerin salâtı da o kimsenin bağışlanıp yüceltilmesi şeklinde yorumlanmıştır.  Namazlarda tekrar edilen Tahiyyat duasında Allah’a, Peygamber’e, namaz kılanların kendilerine ve Allah’ın bütün sâlih kullarına salâtü selâm okunur, ardından Resûl-i Ekrem’e ve Hz. İbrahim’e özel salât ve bereket dualarında bulunulur. Bu tür metinler Hz. Muhammed’in kitap, sünnet, İslâm inancı ve dolayısıyla ibadetteki konumunu göstermektedir
Müminlerin Hz. Peygamber’e karşı görevleri sıralandıktan sonra belirtilmesi gereken bir husus da ona karşı saygısızlık gösterilmesine izin verilmemesidir. Bütün peygamberler, inkarcıların kaba kuvvete dayanan karşı çıkışlarının yanı sıra psikolojik eziyetlerine de mâruz kalmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de “nebîye veya Allah’a ve resulüne eziyet” diye ifade edilen, dünyada ve âhirette lanete ve elem verici cezaya sürükleyeceği haber verilen bu davranış  II. (VIII.) yüzyıldan itibaren gündeme getirilmiş, muhtemelen ilk defa Kâdî İyâz tarafından derli toplu olarak ele alınmıştır.  Peygamber’e eziyet alay, küçümseme, çekiştirme, ayıplama, iftira, aile hayatını karalama vb. şekillerde olabilir. “Seb” ve “şetm” (dil uzatma, ta’netme, şahsiyetini zedeleyici asılsız eleştiriler yapma) kelimeleriyle ifade edilen bu tür eziyetler dinî ve ahlâkî hayata maddî eziyetlerden daha büyük zararlar getirebilir. Âlimler Hz. Peygamber’e dil uzatan müşrik, münafık, inkarcı ve bozguncuların zararlarını ortadan kaldırmak için bazı maddî müeyyideler belirlemiştir.
Kur’an’da Cenâb-ı Hakk’ın, Resulü Muhammedi bütün rejimlere hâkim olacak hak dinin nebîsi olarak gönderdiği,  onu peygamberlerin sonuncusu yaptığı,  Kur’an’ı bozulmak ve yok olmaktan koruyup kendi muhafazası altına aldığı,  hak dinin son halkasını teşkil eden İslâmiyet’i nihaî şekline erdirdiği  ve ondan başka din arayışına kalkışanın bu davranışının asla kabul görmeyeceği  ifade edilmiş, bu suretle Resûlullah’ın son peygamber olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca bunu belirten birçok rivayet hadis kitaplarında yer almıştır.  Hz. Muhammed’e verilen risâletin evrenselliği çeşitli âyetlerde belirtilmektedir.  Son peygamberin nübüvvetinden günümüze kadar geçen on dört asırlık zaman içinde peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkanlar olmuşsa da bu hareketler hak yoldan sapma olarak değerlendirilmiş ve iddia sahipleri kitleleri etkileyememiştir. Bu sosyolojik realite sözü edilen faaliyetlerin ilâhî irade ve planla da bağdaşmadığını göstermektedir
Allah nezdinde makbul ve seçkin insanlar olan peygamberlerin arasında üstünlük farkının bulunduğu Kur’an’da bildirilmiştir.  Resûl-i Ekrem, övünç vesilesi yapmadan kendisinin insan türünün ve kıyamet gününün lideri olduğunu söylemekle birlikte  peygamberler arasında üstünlük tartışmasına girilmesini ve kendisinin diğer nebîlerden üstün olduğu iddiasının sürdürülmesini yasaklamıştır.  Yine, “Meryem oğlu îsâ aşırı bir şekilde övüldüğü gibi beni de övmeye kalkışmayın” demiş  ve konuşması sırasında onu överken aşırılığa kaçan bir sahâbîyi uyarmıştır.  Kâdî İyâz, Hz. Peygamber’in beyanları arasındaki farklılığı tevazu gösterme, diğer peygamberlere bir nakısa getirmeme ve esasen nübüvvetle risâletin kendisinde bir üstünlük tercihinin bulunmaması gibi sebeplerle açıklamıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş peygamberler için “abd” ve “beşer” kelimeleri kullanılmış, on âyette Resûlullah’tan abd olarak söz edilmiş, ayrıca beşer olduğunu söylemesi emredilmiştir.  Bu husus birçok hadiste de yer almıştır.  Resûl-i Ekrem kendisine hürmette aşırıya kaçılmasını menetmiş,  ölüm döşeğinde iken, peygamberlerinin kabrini mâbed edinenleri ağır bir dille yermiş, Müslümanları böyle bir davranıştan sakındırmıştir.
İslâm dininde Peygamber sevgisine büyük önem verilmekle birlikte bütün sevgilerin üstünde Allah sevgisinin bulunduğu özellikle belirtilmiştir.  “Bir şeyi aşırı derecede sevmen gözünü kör, kulağını sağır edebilir” meâlindeki hadisin de işaret ettiği gibi  Peygamber sevgisi onun gerçek hayatı, şahsiyeti ve dindeki konumuyla paralel olmalıdır. Ehl-i kitap, aslında tek tanrı inancına sahip olduğu halde peygamberlerine beşer üstü bir konum biçmiş, böylece tevhid ilkesini zedelemiştir.  İslâm tarihinde Hz. Peygamber’i tanrılaştırmaya kadar giden inanç grupları ortaya çıkmamişsa da onun gerçek hayatı, şahsiyeti ve konumuyla bağdaşmayan bazı aşırı telakkiler bilhassa halk kitleleri arasında etkili olmuştur.
Hz. Muhammed’in şahsiyetini doğru olarak bilip tanımak, iman ve gönül hayatını ona göre düzenlemek her müslümanın önemli görevlerinden biridir. Zira Muhammed aleyhisselâmın Kur’an ve Sünnet ile sahih siyer kitaplarında yer alan gerçek şahsiyeti taklit edilip uyulması mümkün olan en güzel örnektir.
Kur’ân-ı Kerîm’de kendisine itaatin Allah’a itaat etmek gibi olduğu ve Kur’an’ı insanlara açıklamakla görevlendirildiği bildirilen Hz. Muhamımed’in  teşri içerikli söz, fiil ve onaylarının kitaptan sonra ikinci ana kaynak sayılması, ibadetlerin yanı sıra hukukî ilişkiler alanına ait meselelerin hükümlerini delillerden çıkarma işini üstlenen fıkıh ilminin bütün İslâm âlimlerince kabul gören temel ilkelerinden biri olduğundan, Resûl-i Ekrem’in hayatının peygamberlik sonrası dönemi İslâmiyet’teki ibadet ve hukuk ahkâmı bakımından özel bir önem taşır. Usûl-i fıkıhta bu anlamıyla sünnet delili çok geniş biçimde incelenmiştir. Hadislerin rivayetiyle ilgili meseleler yanında değişik sünnet türlerinden ve özellikle Hz. Peygamber’in fiillerinden farklı mânalar çıkarılabilmesi olgusu ve sünnetin kitap delili karşısındaki konumu etrafında gelişen metodolojik tartışmalar bu konuda zengin bir literatürün oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu arada Resûlullah’ın teşri’ içerikli tasarruflarının peygamber sıfatıyla yahut hâkim veya devlet başkanı gibi bir sıfatla işlenmiş olması da bunlara bağlanacak sonuçlar açısından önemlidir. Doğrudan peygamberlikle ilgisi bulunmayan ordu düzeni, meyve ağaçlarına aşı yapılması gibi konularda Resûl-i Ekrem’in kendi bilgi ve tecrübesine göre kararlar verdiği hususu genel kabul görmektedir. Şer’î hüküm kapsamına giren meselelerde de Resûl-i Ekrem gerektiğinde ictihad etmekle görevlidir ve bu konuda ümmetine örnek teşkil etmiştir. Bununla birlikte onun içtihadı vahyin kontrolünde olmasıyla başkalarınınkinden ayrılır; diğer bir ifadeyle onun ictihadla ulaştığı sonuçlar vahiyle düzeltilmemişse isabetinde tereddüt kalmaz ve vahiyle sabit hükümler gibi hüccet kabul edilir.
Hz. Muhammed’in sîreti, ibadet kavramının “Allah’ın hoşnutluğunu kazanma çabası içinde olma ve bu maksatla yapılan iradî davranışlar” şeklindeki geniş anlamı esas alınarak incelendiğinde onun bütün yaşantısının bu amaca yönelik olduğu görülür. İbadetin “yaratana saygı, sevgi ve itaatin simgesi olan belirli davranış biçimleri” mânası esas alındığında ise onun başta namaz, oruç, zekât ve hac olmak üzere bu kapsama giren ibadetlerle ilgili söz, uygulama ve davranışlarının özünü ve amacını Allah’a tam bir teslimiyetle, içtenlikle, sırf O’nun rızasını gözeterek, vahiyle bildirilenlere sadık kalarak kulluk yapma ve ruhu arındırma çabası içinde olma şeklinde ifade etmek mümkündür. İbadetin şekli konusunda Resûlullah’ın kendisinin örnek alınmasını istemesi,  dar anlamıyla ibadetin vahyin sınırları içinde kalması gerektiği hususunda bir uyarıdır. Resûl-i Ekrem cemaatle namazı teşvik etmiş ve ashabına bizzat imamlık yaparak bu konudaki örneklik vazifesini hayatı boyunca sürdürmüştür. Birçok hadisinde genel olarak temizliğin ve manevî arınmanın önemini vurguladığı gibi bazı ibadet şekillerinde beden, elbise ve ibadet mahallinin maddî temizliğinin, ayrıca bir çeşit ibadet temizliğinin (hükmî temizlik) şart olduğunu bildirmiştir.  Hz. Peygamber’in günlük yaşayışını inceleyen eserlerde ibadetlere ilişkin uygulamalarına da geniş yer verilmiş olup bunların müslümanlar açısından ne anlam ifade ettiğini belirlerken onun ibadet hayatını bir yandan peygamberlik görevinin, öte yandan şükreden bir kul olabilmenin  icapları arasında dengeleyerek düzenlediği göz ardı edilmemelidir. Nitekim Hz. Muhammed’in bu alandaki bazı uygulamalarının ümmeti için bir ölçü sayılmadığı veya aynı hükmü taşımadığı naslarda ifade edilmiştir. Meselâ visal orucu ümmeti için caiz değildir ve ona farz olan teheccüd namazı ümmeti bakımından nafile ibadetlerdendir. Diğer taraftan Resûlul-lah’ın ibadetlere ve günlük yaşantıya ilişkin uygulamalarından bunların dinî bildirim içermekle birlikte vücûb düzeyinde bağlayıcı olmadığı sonucuna ulaşılanlar teklifi hüküm terimi olarak mendup kavramıyla, Hz. Peygamber’in verdiği önem derecesine göre de sünnet-i müekkede, sünnet-i gayri müekkede, mendup, müstehap gibi kavramlarla ifade edilir. Fakat hacdaki bir kısım uygulamalarında görüldüğü gibi bir ibadetle ilişkili olan bazı fiilleri bir kısım âlimlerce ibadet amaçlı sayılırken bazıları tarafından başka gerekçelerle açıklanmıştır. Bu arada Resûl-i Ekrem’in teşrîî otoritesi ibadetler kapsamında mütalaa edilen helâl-haram meseleleri açısından değerlendirilirken kendisinin dünya nimetlerinden haz alan ve buna bağlı tercihlerde bulunan bir beşer olduğu da  göz ardı edilmemelidir. Bu sebeple usul âlimlerince, onun sırf beşer olarak işlediği fiillerin yükümlülük ifade eden şer’î hükümlere dayanak kılınamayacağına, ancak mubahlık hakkında özel delil sayılabileceğine, bütün terklerinden de haramlık sonucunun çıkarılamayacağına dikkat çekilir. Hz. Peygamber’in, sofradaki yemeğin kızarmış bir keler olduğunun açıklanması üzerine yemekten vazgeçtiğini fark eden ve onun haram mı olduğunu soran sahâbîye,
“Hayır, bizim yörede bulunmaz, hoşuma gitmediği için yemiyorum” cevabını vermesi  bu hususu desteklemektedir. Re-sûlullah’ın bu alandaki bildirimlerinden ve ümmetine örnek olmak üzere yaptığı uygulamalardan çıkan önemli bir sonuç da şudur: İbadet hükümlerinde insana gücünün üstünde bir görev yüklenmemesi, kolaylık ve kolaylaştırma temel ilke olmakla birlikte kişinin de belirtilen çerçevede kalan yükümlülüklerin aşkın bir kaynaktan geldiği, yüksek hakikat ve hikmetler içerdiği inancını koruyarak tam bir teslimiyet içinde bulunması ve bunların meşakkatini bir külfet değil yüce varlığa kul olma hazzını tattıran görevlerin tabii uzantısı şeklinde telakki etmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber, bazı dinî yükümlülükleri ağır bulan ve İslâmiyet’e şartlı olarak girmek isteyen kişilere ve gruplara tâviz vermemiş, sadece onların içinde bulunduğu şartlara göre geçici kolaylıklar sağlamıştır.
Diğer taraftan müslümanların Resûl-i Ekrem’e karşı vecîbeleri kapsamında bazı özel hükümler vardır ki, bunların bir kısmı onun hayatından sonrası için de yürürlüktedir. Meselâ Peygamber’e itaat ve sevgi ilkesi sahâbîleriyle sınırlı olmayıp bütün müminler için geçerli ve önemlidir. Salavat getirerek onun için dua edilmesi ve ona olan sevgi ve bağlılığın değişik vesilelerle tazelenmesi emir ve tavsiye edildiği gibi  -fıkhî hükmü hakkında mezhepler arasında farklılıklar olsa da- namazların her oturuşunda diğer sâlih kullarla birlikte Peygamber’in özel olarak selâmlanmasını içeren Tahiyyat duasının okunması  ve bazı namazların ilk oturuşuyla bütün son oturuşlarda Resûlullah’ın yanı sıra İslâmiyet’in tebliğinde seçkin bir yere sahip olan ailesine salât okuyarak  minnetle anılması namazın tâli unsuru sayılmıştır. Bu kapsamdaki hükümlerin bir kısmı bütün müslümanlar için önem taşır. Meselâ Hz. Peygamberle özel görüşme yapmak isteyenlerden hali vakti yerinde olanların fakirlere bağışta bulunması emrinin  asıl hedefi bir yandan Resûl-i Ekrem’in nezaketine ve insanları incitmemek için gösterdiği hassasiyete dikkat çekmesi, öte yandan imkânı olanların ihtiyaç sahiplerini sürekli gözetme vecîbesine vurgu yapan özel bir mesaj bırakmasıdır. Resûlullah’ı ziyaret ederken, onun huzurundayken ve ona hitap ederken âdâb-i muaşerete uyma hususunda daha özenli davranılmasını emreden, onu üzecek hareketleri yasaklayan ve onu incitmeyi Allah’ı incitme gibi niteleyen âyetler de  şeklen onun hayatıyla sınırlı hükümler içermekle birlikte, bunların bütün müminler için peygamberlik makamına ve Resûl-i Ekrem’in hâtırasına gösterilmesi gereken saygı hususunda dikkatli olunması mesajı taşıdığı açıktır.
İslâm tebliğinin temel ilkelerinden olan tedrîcîlik uyarınca hukukî ilişkiler alanındaki bozuk yapının ıslahı için önce inanç ve ahlâk temellerinin hazırlanmasına ağırlık verilmiş, bu alanda toplu bir düzenleme yapma cihetine gidilmemiştir. Hz. Peygamber’in Medine’ye yerleşirken oradaki yetkililerin katılımıyla oluşturduğu esas teşkilât içerikli metin, bir yandan dışa karşı tek bir yönetici tarafından temsil edilecek siyasî birliği tescil ederken öte yandan müslümanların kendi içinde bağımsız bir sosyal yapı teşkil ettiklerini, dolayısıyla Mekke dönemindekinden farklı olarak hukukî yaptırımları olan kurallar döneminin başladığını gösteriyordu. Günümüze ulaşan bu yazılı belgeden Hz. Muhammed’in, yeni kurulan siyasî birliğin başkanı ve içeride farklı gruplar arasında çıkabilecek ihtilâfların nihaî yargı mercii olduğu anlaşılmaktadır ve uygulama da bu yönde gerçekleşmiştir. Müslümanlar bakımından yapılacak yeni hukukî düzenlemelerin vahye dayanması esas olduğundan teşri erkinin merkezinde Resûlullah’ın yer alması tabii idi. Kaldı ki, Hz. Peygamber’in ve onun sağlığında sahabenin ictihad ettiğini kabul edenlere göre de, Resûl-i Ekrem’in bu içerikteki ictihadî görüşleri doğrudan ilâhî vahiyle ve Peygamber’in muttali olduğu sahabeye ait ictihadlar onun tarafından düzeltilmemişse neticede vahiy kapsamında sayılmaktadır. Yargı ve yürütme erklerinin işletilmesi ise Resûlullah’ın bizzat yetki kullanması veya başkalarını yetkilendirmesi yoluyla gerçekleşmekteydi.
Hz. Peygamber’in hukukî ilişkiler alanında tebliğ ettiği ilke ve hükümlerle ortaya koyduğu örnek uygulamaların ortak hedefi daha çok belli kişi ve grupların menfaatlerini korumaya yarayan, bilgisizlikten beslenen, taklide dayalı bozuk yapının değişmesi yönünde bir zihniyet inkılâbı gerçekleştirmek; ilâhî iradeye aykırılık taşımamak şartıyla adalet ve maslahatın dengelenmesine dayalı bir meşruiyet anlayışı tesis etmek; insanın, insan olmaktan kaynaklanan değerlerini korumak; yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkilerde hukuku hâkim kılıp keyfîliği önlemek; barışı, zulüm ve zorbalığa karşı tavır koymayı esas alan bir milletlerarası ilişkiler düzeni kurmak şeklinde özetlenebilir. Eskiye ait her şeyin sökülüp atılması amaçlanmadığından Resûlullah’ın getirdikleriyle İslâm öncesi döneme ait olanlar arasındaki ilişki hep ilga yönünde olmamış, İslâm teşrîînin ilkeleriyle çatışmayan, toplumda köklü yer tutmuş kural ve kurumların önemli bir kısmına dokunulmamış veya değişiklikler yapılarak korunmuştur. Fıkhî kurallarla uğraşan bazı müelliflerinin ibadetler ve hukukî ilişkiler alanındaki bütün sonuçları kuşatıcı nitelikte kabul ettiği beş temel prensip, kitabın yanı sıra Hz. Peygamber’in birçok söz ve uygulamasından destek alır. Bunlardan Mecelle’de,
“Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir” (md. 2);
“Zarar izâle olunur” (md. 20) şeklinde ifade edilenler özellikle Resûlullah’ın cevâmiu’l-kelimden (veciz sözler) sayılan,
“Ameller ancak niyetlere göredir”; 
“Zarar verilemez zarara zararla mukabele edilemez”  meâlindeki hadislerine dayandırılır. Hakkında özel düzenleme bulunmayan durumlarda örf ve âdetin hakem rolü üstleneceğini belirten,
“Âdet muhakkemdir” kaidesi de  yukarıda temas edilen sosyal gerçekliklerin dikkate alınması yönündeki teşrî’ siyasetinin özlü bir ifadesidir. Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği hükümlerin ve gerçekleştirmeyi hedeflediği zihniyet inkılâbının doğru anlaşılabilmesi açısından onun olumsuz bulduğu davranışlar hakkındaki sözlerini bizzat kendisinin onları yapmama şeklindeki uygulamalarıyla pekiştirmesinin ayrı bir önemi vardır. Meselâ kölelik bir hamlede ve kesin biçimde kaldırılmamakla birlikte Kitap ve Sünnet’te bu kurumun tedricen kalkmasını sağlayacak düzenlemelere yer verilmiş, Resûl-i Ekrem de kölelere iyi muamele edilmesini, hatta onlara ailenin bir ferdi gibi davranılmasını ısrarla istemiştir.  Bizzat kendisinin peygamberlik öncesinde hediye edilen köleyi azat etmesi ve daha sonra bu tavrına sahip çıkması, Medine döne-minde köle edinme imkânları varken bu yola tevessül etmediği gibi hukukî yollarla mülkiyetine geçen köle ve cariyelerini de uzun süre bu statüde tutmayıp tamamını hayatta iken azat etmesi  onun insanın özgürlüğüne verdiği değer hakkında önemli mesajlar içerir. Yine, evlilikte karşılıklı hak ve ödevlere riayetin önemini belirtmekle birlikte sosyal gerçeklik olarak kadının mağduriyetini dikkate alan Resûl-i Ekrem erkekler hakkında, hayırlı olma ölçüsünü, eşine iyi davranma şeklinde belirlemiş, kendisi de birçok evlilik yapmış olmasına rağmen hiçbir eşine nezaket sınırlarını aşan bir muamelede bulunmamış,  aile kurumunun kadına değer verilmesi esasına dayalı olması gerektiği hususunda kesin bir tavır ortaya koymuştur. Aynı şekilde öç almanın tutku haline geldiği bir toplumda yetişmesine, kendisini intikam almaya yöneltecek şartların bulunmasına rağmen hayatı boyunca kişisel bir öç alma yoluna girmemiş, intikam konusundaki olumsuz bakışını  bu şekilde desteklemiştir.
İbadetlerde olduğu gibi hukuk alanında da Hz. Peygamber’e özgü birtakım hükümler bulunduğu ve naslarda onun konumuna özel atıflar yapıldığı görülür. Kendisine bir imtiyaz tanınmasının söz konusu olmadığı bu hüküm ve atıflarla onun peygamber veya devlet başkanı sıfatına, dolayısıyla görevinin yüklediği ağır sorumluluğa yahut bu konumunun müminler tarafından iyi algılanması gereğine dikkat çekmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Nitekim torununun zekât hurmalarından bir tane almasına bile müsaade etmeyip zekât gelirlerinin kendisine ve ailesine helâl olmadığını belirtirken  aynı zamanda yönetimi kendisine verilen kamu mallarının şahsî serveti olmadığını da anlatmış oluyordu. Yine zekât dışındaki devlet gelirlerinden pay alma konusunda yetkisini kullanırken asgari geçim şartlarını esas almış, diğer peygamberler gibi o da ailesine zikre değer maddî bir miras bırakmamıştır. Buna karşılık kamu malına göz dikenlerin yüklendiği ağır vebale dikkat çektiği, aldatma yoluyla kazanç sağlayanları şiddetle kınadığı,  bilhassa malî konularda keyfîliği önleyip şeffaf yönetim ilkesini titizlikle uyguladığı halde bunu idrak edemeyen ve Resûlullah’ı üzecek tavırlar ortaya koyan kişiler uyarılmış, onun konumuna ve görevinin bir parçası olan takdir yetkisine saygı gösterilmesi istenmiştir.  Dörtten fazla hanımla evlenmesine izin verilmesi ve daha sonra eşlerini boşayıp yeni evlilikler yapmasının yasaklanması da  Hz. Peygamber’e has olup evlilik hayatının büyük bölümünü tek eşli geçirdiği dikkate alındığında bunların bazı hikmetlere dayalı istisnaî hükümler olduğu anlaşılır.
Resûlullah’ın asıl görevi ilâhî mesajı tebliğ etme ve açıklama olmakla beraber konumu ve içinde bulunduğu şartlar onun topluma liderlik yapması, dolayısıyla sadece kendisinin değil ailesinin de ilgi odağı olması sonucunu beraberinde getirmişti. Bu konumun aslî görevin lâyıkıyla yerine getirilebilmesi açısından taşıdığı önemi ve ilgililerin bu husustaki ağır sorumluluğunu hatırlatmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamber ailesi hakkında toplumsal refahtan pay alma arzusunu sınırlamaktan aile üyeleri dışında kalanlarla görüşme usulüne varıncaya kadar bir dizi özel hüküm ve uyarıya yer verilmiştir. Resûlullah’ın eşlerinden, ya peygamber hanımı olarak kalma yahut dünya nimetlerinden yararlanan sıradan bir fert olma arasında seçim yapmalarının istenmesi onları bilinçli bir statü tercihine yöneltirken bunun şeref yönü ve külfetiyle birlikte çok özel bir statü olduğu ifade edilmiştir.  Resûl-i Ekrem’in müminlere kendilerinden daha yakın ve eşlerinin de onların anneleri olduğunu, vefatından sonra Peygamber eşleriyle evlenmenin ebedî olarak yasaklandığını, buna karşılık Hz. Muhammed’in eski evlâtlığı Zeyd’in veya -öz çocukları dışında- hiçbir erkeğin babası olmadığını bildiren âyetler  beraber değerlendirildiğinde Resû-lullah ile müslümanlar arasında hukukî sonuçları bulunan bir akrabalık bağının tesis edilmesinin değil, onunla mü’minler arasındaki manevî yakınlık bağının vurgulanması yanında eşlerine özel bir saygı gösterilmesi gerektiğini zihinlere yerleştirmenin hedeflendiği ve bu amaçla da somut bir yasaklık hükmünün konduğu anlaşılmaktadır.
Allah peygamberleri doğru yolun rehberleri kılmış, onları örnek alıp itaat etmeyi, onlara uymayı emretmiştir.  Esasen önceki peygamberler de sonrakiler için birer örnektir; nitekim Hz. İbrahim ve onun yolundan gidenler Hz. Muhammed’e örnek olarak gösterilmiştir.  Geçmiş peygamberlerin tebliğ mücadelelerine dair Kur’an’da verilen bilgilerin asıl amacı da bunların Resûl-i Ekrem için örnek oluşturmasıdır.
Pek çok âyet ve hadiste Resûlullah’ın bildirdiği ve hayatında uyguladığı hükümlere uyulması ve onun izinden gidilmesi emredilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber din konusunda keyfi bir şey ortaya koymamış, yalnız kendisine vahyedilenleri bildirmiş,  yaşayışında da sadece kendisine vahyedilenlere uymuştur.  Birçok âyette emir ve yasakların doğrudan Resûl-i Ekrem’e yöneltilmesi de onun davranışlarında ümmetine örnek olmakla yükümlü kılındığına ve muhataplarına numune-i imtisal olarak gösterildiğine delâlet etmektedir. Bu sebeple ona itaat etmek Allah’a itaat etmek demektir.
Öte yandan çok sayıda âyette Hz. Peygamber inancındaki sebatı, Allah’a bağlılığı, ibadete düşkünlüğü, tövbe ve istiğfar konusundaki titizliği, Allah yolunda kararlı davranışları ve fedakârlıkları, düşmanları karşısındaki sabır ve sebatı, savaşlardaki kahramanlığı: insanlara, diğer canlılara ve özellikle müminlere karşı duyduğu sevgi ve şefkati, affediciliği, tevazuu, dürüstlük ve adaleti, nihayet üstün ahlâkını ve kişiliğini oluşturan pek çok meziyet ve erdemiyle anılmakta ve insanlara bir örnek olarak gösterilmektedir. “Bana eğitimi, dil eğitimini Rabbim verdi ve çok güzel eğitti”;  “Ben ahlâkî güzellikleri, değerleri tamamlamak için gönderildim” meâlindeki hadislerde  bunun gerekçesi ve amacı ortaya konmuştur. Bu husus, “Hiç şüphe yok ki, sizin için, aranızdan Allah’ın lutfuna ve âhiret gününe inananlar ve Allah’ı çokça ananlar için Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır” meâlindeki âyette  özlü bir ifadeyle dile getirilmiştir. Bu âyet, müminlerin Hendek Savaşı’nda yaşadıkları güçlükler karşısında Hz. Peygamber’in kararlılığını örnek almaları gerektiğini bildirmek üzere inmiş olmakla beraber İslâm âlimleri, âyetin müslümanlara dini ilgilendiren her konuda Resûl-i Ekrem’i örnek almaları hususunda mutlak bir emir olduğunu söyler.
Bu âyet ve hadisler yanında, Resûlullah’ı tanıyanlar da o-nun hayatı boyunca davranışlarıyla örnek alınmaya değer olduğunu görmüşler, inkarcılar bile zaman zaman bunu ifade etmek zorunda kalmışlardır. Müslümanlar ise onun gibi olmayı, onun gibi yaşamayı bir ilke edinmişlerdir. Müşriklerin baskıları yüzünden Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalan müslümanların sözcüsü Ca‘fer b. Ebû Tâlib’in, Ashame en-Necâşî’nin huzurunda müslüman olmalarının sebeplerini açıklarken Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu ilkeler hakkında söyledikleri,  yine Ebû Süfyân’in henüz müslü-man olmadan Bizans İmparatoru Herakleios’un yanında Resûlul-lah’ın kişiliği hakkındaki itirafları  onun örnek bir kişiliğe sahip bulunduğunu göstermektedir. Pek çok hadiste ashabın kendi tutum ve davranışlarının gerekçesini, “Resûlullah’tan böyle gördük, böyle duyduk, Resûlullah şöyle şöyle yapardı...” şeklinde ifade etmeleri de bunu teyit etmektedir.
Ashap döneminden başlamak üzere müslümanlar, bir davranışın veya uygulamanın doğruluğunun ya da yanlışlığının gerekçesini Hz. Peygamber’in uygulamasından göstermeye büyük önem vermişlerdir.  Kaynaklarda Resûlullah’ın izinden gitmenin hükmü hakkında başlıca üç görüş ileri sürülmüştür.
1. Müstehap oluşuna dair delil bulunmadıkça onu örnek almak vaciptir (farz).
2. Vacip oluşuna dair delil bulunmadıkça örnek alınması müstehaptır.
3. Dinî konularda örnekliği vacip, dünya işlerinde müstehap-tır.  Resûlullah’ın hayatının örnek alınması müslümanlar tarafından dünya huzuru ve âhiret kurtuluşu için kutsal bir görev kabul edilmiştir. İbn Hazm âhiret iyiliğini, dünya bilgeliğini, düzgün ya-şayışı, ahlâk güzelliklerini kazanmak ve erdemlerle donanmak iste-yenlerin Hz. Muhammed’i örnek almaları gerektiğini belirtmekte ve bunun gerekçesini şöyle açıklamaktadır: “Resûlullah her türlü iyilikte örnek ve önderdir. Allah onun ahlâkını övmüş,  çeşitli faziletleri kâmil şekliyle onda toplamış ve onu bütün kusur-lardan uzak tutmuştur”.  Gazzâlî/İhyâ’ü ‘ulûmi’d-dîn-de  Peygamber’in ahlâkının Kur’an ahlâkı olduğunu belirten ha-disi  ve bu ahlâkın özelliklerine dair bazı âyetleri zikrettikten sonra, “Resûlul-lah Kur’an ile terbiye edilmiş, insanlar da Resûlullah ile terbiye edilmiştir” demektedir.
Müslümanlar, Asr-i saadetten itibaren Resûl-i Ekrem’in örnek teşkil edecek tutum ve davranışları hakkında bilgi eksikliklerini gidermeye çalışmışlardır. Muâviye’nin bu yöndeki talebine Mugire b. Şu’be’nin verdiği yazılı cevap bunun güzel bir örneğini teşkil etmektedir. Mektupta Mugîre, Hz. Peygamber’in her namazın sonunda okuduğu duayı kaydetmiş ve onun bazı ahlâk ilkeleri hakkında bilgi aktarmıştır.  Ayrıca hadis ve siyer kitapları yanında Ebû Îsâ et-Tirmizî’nin Şemâilü’n-nebî, Nesâî’nin cAmelü’l-yevm ve’1-leyle, Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî’nin ed-Da’avâtü’l-kebîre, Nevevî’nin el-Ezkâr adlı eserlerinin yazılışındaki başlıca amaç da Hz. Peygamber’in kişiliğini ortaya koyup ümmetin onu örnek almasını sağlamaktır.
Resûl-i Ekrem’in davranışlarının örnek alınması sadece dinî etkenlere bağlı olmayıp bunun önemli bir sebebi de Peygamber hâtırasına duyulan derin saygı ve ona karşı beslenen vefa duygusudur. Sünnetin canlılığını korumasında bu saygı ve vefanın önemli bir payı vardır. Bununla ilgili olarak Medine’ye hayli geç bir tarihte hicret eden Ebû Bürde şunu anlatmaktadır: “Medine’ye girdiğimde beni Abdullah b. Selâm karşıladı ve,
“Gel seni evime götüreyim, Hz. Peygamber’in içtiği kâse ile sana su ikram edeyim, ardından Resûlullah’ın namaz kıldığı mescidde sen de kılarsın’ dedi. Bana sevik içirdi, hurma ikram etti, daha sonra Peygamber’in mescidinde namaz kıldım”.  Ashaptan Ebû Berze’nin, müslümanların ulaştığı manevî zenginlik ve yükselişin İslâm ve Hz. Muhammed sayesinde gerçekleştiğini belirten sözü de  bu vefanın güzel ifadelerinden biridir.
Hz. Peygamber’in şahsiyeti, ilim ve fikir adamlarının çeşitli konulardaki görüşleri için de örnek teşkil etmiştir. İslâm âlimleri arasında daha çok hadisçi ve fikıhçıların ahlâk anlayışı ve dünya görüşleri üzerinde Resûl-i Ekrem’in ahlâk ve yaşayışının görünen yanı etkili olmuştur. Nitekim bunların yazdığı ahlâk kitapları çoğunlukla “âdâb” tarzında eserlerdir. Bunlarda hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranışların âdâb ve erkânı Peygamber’in davranış tarzı örnek alınarak işlenir. Hadis mecmualarının “edeb”, “birr”, “iti-sam” gibi başlıklar taşıyan bölümleriyle Buhârî’nin el-Edebü’l-müfred”, Ebü’ş-Şeyh el-İsfahânî’nin Ahlâku’n-nebî ve âdâbüh adlı eseri, Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî’nin el-Âdâb’ sayısı yüzlere varan bu tür eserlerden bazılarıdır.
Mucize peygamberlerin doğruluğunu kanıtlayan yegâne delildir. Hz. Muhammed’le ilgili olarak nübüvvet öncesinde birtakım harikulade olayların meydana geldiği anlatılmaktadır. Bunların bazıları şunlardır: Âmine’nin ona hamile iken gördüğü bir rüyada doğuracağı çocuğun önemli bir mevkiye sahip olacağının kendisine bildirilmesi,  babasının alnında bulunan nurun ona hamile kalması üzerine annesine intikal etmesi,  doğumu esnasında meleklerin kendisine yardımcı olması,  sütannesinin yanında iken çevresinde bazı fevkalâdeliklerin görülmesi, Ehl-i kitap âlimlerinin ve kâhinlerin onun son peygamber olacağını keşfetmesi.  Ayrıca Duhâ ve İnşirah sûrelerinin muhtevasından (93/6-8; 94/1-4) Allah Teâlâ’nin Hz. Muhammed’e gençliğinde bazı olağan üstü lütuf ve yardımlar-da bulunduğu anlaşılmaktadır.
Resûl-i Ekrem’e peygamberliği döneminde verilen mucizeler farklı şekillerde gruplandırılmıştır. Mucizeler mahiyetleri bakımından aklî (manevî), hissî (maddî) ve haberi mucizeler, muhatapları yönünden helak ve hidayet mucizeleri, kaynakları açısından Kur’an’la ve sahih hadislerle rivayet edilenler şeklinde ele alınabilir.
Aklî Mucizeler: Resûlullah’ın en büyük mucizesi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Önceki peygamberlere kendi dönemlerinde önemli görülen alanlarda mucizeler verildiği gibi Hz. Muhammed’e de kendi devrinde en çok itibar gören dil, üslûp, hitabet ve edebî sanatlar alanında olağan üstü bir özelliğe sahip Kur’ân-ı Kerîm indirilmiştir. Kur’an’da, Kur’an’ın mucize oluşu, benzerinin gerçekleştirilemeyeceğini bildiren meydan okuma (tehaddî) âyetleriyle ortaya konmuştur. Bu meydan okuyuş Kur’an’ın tamamının,  on sûresinin  veya bir sûresinin  benzerinin meydana getirilmesi hususunda inkarcılara çağrıda bulunma şeklinde ifade edilmiştir. Tehad-dî Medine döneminde de sürmüştür.  İslâm tarihinde Kur’an’ın benzerini yazmaya kalkışan bazı şair ve edebiyatçıların teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır.  Kur’an üslûbu, edebî tasvirleri, iç kompozisyonu, muhteva bütünlüğü, farklı seviyedeki insanlara hitabı, gönüllere etkisi, i’câzı ve gayba ilişkin haberleriyle erişilmesi mümkün olmayan bir eserdir.
Hz. Peygamber’in nübüvvetinin ispatına yer veren âlimler onun risâletle görevlendirildiği zamana ve coğrafyaya da dikkat çekmişlerdir. Milâdî VII. yüzyılın başlarında hemen bütün insanlar o dönemde mevcut dinlerden birine mensup bulunuyordu. Hz. Muhammed, atalarından intikal eden herhangi bir hâkimiyet mirasına sahip olmadığı gibi kırk yaşına kadar bu alanda bir iddia da ileri sürmüş değildi. Nübüvvetini açıkladığı coğrafya o günkü dünya şartlarında dikkat çekmeyen önemsiz bir yerdi. Mensup bulunduğu kabilenin ileri gelenleri kendisini destekleyecek yerde ona karşı direnmişlerdi. Bu engellere rağmen onun tebliğ ettiği dinin kısa zamanda dünyadaki inançlar içinde yerini alması ve günümüzde müslü-man sayısının dünya nüfusunun dörtte birini teşkil etmesi olağan üstü sayılması gereken bir durumdur. Bazı müellifler, Hz. Peygamber’in hayatının her safhasında her türlü şartta üstün ahlâkın canlı örneğini ortaya koymasını da bir tür aklî mucize olarak değerlendirmiştir.
Hissî Mucizeler: İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu, Resûl-i Ekrem’e Kur’an dışında da mucizeler verildiği ve bunların başında hissî mucizelerin geldiği kanaatindedir. Bazılarına Kur’an’da temas edilen, çoğu hadis literatüründeki rivayetlere dayandırılan bu tür mucizelerin sayısı Kütüb-i Sitte’de fazla olmamakla birlikte a’lâmü’n-nübüvve, delâilü’n-nübüvve ve hasâîsü’n-nebî türü eserlerde büyük bir yekûn tutmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de kıyametin yaklaştığını ve ayın ikiye ayrıldığını ifade eden âyetle  bazı hadis rivayetlerine dayanan âlimler ekserisi Mekke döneminde müşriklerin Hz. Peygamber’den hissî mucize istediğini, bunun üzerine ayın ikiye ayrılıp tekrar birleştiğini kabul eder.  Bazı âlimler ise böyle bir mucizenin meydana gelmediğini, âyette sözü edilen olayın kıyametin kopmasından önce bir alâmet olarak vuku bulacağını söylemektedir. İsrâ ve mi’rac hadisesinin âlimlerin çoğunluğu tarafından ruh-beden ilişkisi çerçevesinde (cismanî) gerçekleştiği kabul edilirken bazıları onu Hz. Peygamber’in yaşadığı ruhî tecrübe olarak görmektedir. Kur’an’da bildirilen hissî mucizelerden biri de Bedir Gazvesi’nde müminlerin meleklerle desteklenmiş olmasıdır.  Savaşa katılan meleklerin müminlere manevî destek verirken müşriklerin yüzlerine ve ellerine vurmaları emredilmiştir.  Bu destek çerçevesinde savaşa iştirak eden müminlerle müşriklerin sayısı birbirine farklı gösterilmiş,  müminlerin kalbine sükûnet verilmiş, susuzluk çekmemeleri için yağmur yağdırılmıştır.  Ayrıca Kur’an’da Hendek ve Huneyn savaşlarında Cenâb-ı Hakk’ın düşmanlarına karşı fırtına ve görünmeyen ordular gönderdiği, müminlere de sükûnet verdiği bildirilmektedir.  Âyetlerde yer alan “destekleme” ve “hezimet verme” kavramlarını maddî veya manevî olarak anlamak mümkündür. Hatta “müjde ve iyimserlik”, “gönül rahatlığı” ifadeleri  göz önüne alındığı takdirde manevî destekleme biçimindeki yorumun güç kazanacağı söylenebilir. Bununla birlikte hadis ve siyer kitaplarında Kur’an’ın beyanlarını somutlaştıran bazı rivayetler yer almaktadır.