Diğer destanlarda olduğu gibi Bozoğlan Destanı’nın da birkaç, belki daha fazla nüshası vardır. Uygur Türklerine âit olduğu belirtilen bir nüshası 1982 yılında Çağatay Türkçesiyle yazılı hâle getirilmiştir. ‘ Yusuf Beg – Ahmed Beg ’ Destanı olarak da bilinir. Fergana nüshası da ‘Yusuf-Ahmed Destanı’ olarak anılır. Osman Karatay, Zeynep Güler ve Avazhkon Umarov tarafından hazırlanmıştır. 13,5 X 21 santim ölçülerinde, 240 sayfadır.
Kaynaklara göre, Alperen adı, "kahraman, cesur ve ermiş" anlamlarına gelmektedir. Genel olarak cesaret, kahramanlık, bilgiyle yoğrulmuş maneviyat dolu ER kişiler için kullanılmaktadır. Alperen sayılan kişi, ulvi vasıflara sahip, idealist insan olarak kabul edilmiştir. Alperen ismi orijinal olup Türk kökenlidir. Ve İslâmla şereflendikten sonra, tarihimiz boyunca Türkler arasında hem yiğit hem de bilge insanları ifade etmek maksadıyla kullanılmıştır.
Yoğurtçu Hüsrev omzuna astığı askı ile yoğurt tepsilerini düşürmeden taşımayı öğrenmişti. Ata mesleği olan yoğurtçuluk babadan oğula geçmekteydi. Kendine gelmek için hemen silkindi askısındaki minik çanlar az gürültü ile şıngırdadı. Bu Hüsrev'i canlandırmaya yeterdi. Önünde uzun bir gün vardı ve dalıp gidecek vakit yoktu. Yürünecek yollar ve çıkılacak yokuşlar vardı. Derken düşünceleri yine geçmişe kaydı. Bu kadar insan ata mesleği denen yoğurtçuluğu meslek edinince biriktirdikleri para ile bir dükkan almışlardı. Dükkan yoğurtçu dükkanı olmuştu. Babası idare ediyordu, yoğurt yanında yumurta peynir süt ve yufka da satıyorlardı. Kendileri Bulgar göçmeniydiler. Memleketten gelenlerden haberleri alıyorlardı. Müşteri olsun olmasın dükkan boş kalmıyordu. Babası Civan Ali sevilen bir adamdı. Vefa bozacısının yanındaki Trakya yoğurtçusundan (yani kendi dükkanlarından) çıkmıştı. Yürüyerek Akarçeşme'nin oraya geldi. Sokağın başında oturan Nergis Teyze eski müşterilerindendi. Eşini genç yaşta kaybetmiş sonra da hayata küsmüştü. Evden nadiren çıkardı. Çocuksuzdu ve bir de kedi evlat edinmişti. Adı için de fazla düşünmediğini söylemişti kesi tekirdi o da adını Bay Tekir koymuştu. -Yuuurt, yuuuurt, kaymak yuuurtçuuu! diye her zamanki tiz sesi ile bağırdı. Sabah okula giden çocukların seslerinden başkası yoktu sokaklarda. Boş caddelerde gün ağarırken sadece çocuk sesleri çınlıyordu. Haftada iki gün aynı saatlerde oradan geçen Hüsrev çocukları da isimlerini de öğrenmişti. Çocuklarla selamlaştıktan sonra Nergis Teyze'nin bahçe duvarına oturup beklemeye başladı. Nergis Teyze her geçişinde yoğurt alırdı. Biraz sonra Nergis Teyze evin bahçeye bakan penceresinden seslendi; -Yoğurtçu, her zamankinden verir misin? Biraz rahatsızım da çıkamadım. -Neyin var abla? İstersen doktora götüreyim mi, bir isteğin varsa alayım, -Yoğurdum var ya aç kalmam. Yine de bir şey olursa haber ederim. Sağolasın. Hüsrev yoluna devam etti bir yandan etrafı gözetliyor ara ara da kendine has sesini sokaklarda çınlatıyordu. Akarçeşme’den su içti. Mescidin kapısının yanında karpuzcu yere serdiği hasırın üzerinde sabah namazını kılıyordu. Hüsrev ona, -Allah kabul etsin! diye bağırarak yoluna devam etti. Yokuşu çıkarken yorulduğunu fark eden Hüsrev yokuşu bitirip sola dönünce sokağın sol başında bahçe içindeki evde Kadıköy müftüsü Saygıdeğer Mekki Bey ve ailesi otururdu. Onlar da bir hafta bir tepsi yoğurt alırlar bir hafta almazlardı. Sokağın devamındaki evlerden birinin girişinde balkonumsu bir boşluk vardı. Hüsrev oraya oturdu azık torbasını çıkardı. Kuru soğan patates ve yumurtadan ibaret olan yemeğini yedi. Akarçeşme’den doldurduğu sudan içti. Biraz dinlenmek iyi gelmişti taşıdığı ağırlık da azalmış az biraz yoğurdu kalmıştı zaten tepsisinde. Süleymaniye'ye çıkamazdı oradaki müşterileri yok sayamazdı. Düşündü ve çabucak karar verdi. Kendini düşündü şimdiye kadar verdiği sözleri hep tutmuştu. Babasından öyle görmüştü. Verilen sözler tutulmalı müşteriyi küstürmemeliydi. Bunu düşünerek hızla yokuştan indi. Ana yoldan vefa bozacısının yanındaki dükkanlarına ulaştı. İçeriden hemen br dolu tepsi alarak taşıma askısına koydu. Kendi kendine yine; -Aşağı mahalleyi bitirdim. Sıra yukarı mahalledeki sokaklarda diye düşünerek ara yollardan Süleymaniye'nin önüne çıktı. Bu sefer ters hareket etmişti. Camiyi arkasına alıp aşağı doğru yürümeye başladı. Bir yandan da; -Yuuurtçuuu yuuurrt kaymaaaaak! diye sokakları inletiyordu. En son girdiği yola yeni bitirilen esnaf hastanesi açılmış. Hüsrev burada durdu ve uzun uzun hastaneye baktı. Acaba anacığımı bu hastaneye getirebilir miyim acaba pahalı mıdır çok diye düşünceler geçti içinden. Doktor Ali arabasını park ettiği hastaneye doğru yürürken Hüsrev’i fark etti. - Hasta mısın? Hastaneye bakıyorsun. Bir hastalığın varsa söyle ben doktorum. - Ben iyiyim ama anacığım hasta geceleri ağrıdan uyuyamıyor. - O zaman yarın sabah anneni al da gel. - Gelemeyiz. Burası bize göre değil. Burası çok pahalı br hastane. - Anneni ben muayene edeceğim sizden de para almayacağım. Söz.! Hüsrev çok sevindi, sevinci bariz bir şekilde fark ediliyordu. - Adınız Doktor Ali galiba size nasıl teşekkür edebilirim diye sordu. Ve defalarca da teşekkür etti. Sonra da gönül huzuruyla evinin yolunu tuttu. Bu hikâyede dikkatinizi verilen sözün mutlaka ama mutlaka tutulma gerektiği ikincisi terlemeden çalışmadan sonuca varılmaz teması verilmiştir. Yoğurtçu Hüsrev gayretle terleyerek sabırla ve hoşgörüyle yoğurtlarını satmış. Günlük parasını kazanmıştı. Demek ki çocuklar çalışmadan emek vermeden başarı kazanılmaz. Bugün size bir hikâye anlattım umarım beğenirsiniz. Bugünkü yazımız bu kadar. Biraz daha yürüdükten sonra Kayserili Ahmet Paşa sokağına girdi. Sokağın sol tarafında bahçe içinde müftünün evi vardı. Onun karşısında sağ tarafta alt katta kiracı Hayriye Hanımın, üst katta da mal sahibi Saliha Hanım'ın evi vardı. Onun yanındaki apartman gibi olan evde üst katta öğretmen teyze Belkıs, onun altında pek görülmeyen hanım hanımcık olduğu söylenen kalabalık aile sahibi Nazife Hanım vardı.
28 Nisan 1892 târihinde Kastamonu’da doğdu. Babası Şevket Bey’in asker olması sebebiyle görevli veya sürgün olarak görevlendirildiği yerler olan Kastamonu, Bağdat ve Trablusgarp’ta bulundu. Trablusgarp’tayken İtalyan râhibelerinin okuluna gitti. Bir süre Paris Versailles Lisesi’ne devam etti ve 1907’de Ahmet Ferit Tek ile Mısır’da evlendi.
Ahmet Doğan’ı veya kullanılan sıfatıyla Ahmet Hoca’yı milliyetçi-ülkücü camiada genç ve yaşlı hemen herkes bilir ve tanır. Ama asıl adının İlhan Anar olduğunu, bu adı 27 yaşından sonra neden kullanamadığını pek az insan bilir. İnsan severek kullandığı adını neden unutturmak ister, neden buna mecbur kalır?
Türkçe bizim ses bayrağımızdır. Ay yıldızlı bayrağımıza gösterdiğimiz saygıyı dilimize de göstermek mecburiyetindeyiz.
Türk Edebiyatı ilim sâhasında ‘Dr.’ unvanına sâhip Ayhan Güldaş , 13,5 X 21 santim ölçülerinde 110 sayfalık çok önemli eseriinin arka kapak yazısında şu bilgileri veriyor:
Dünya Türk İş Konseyi (DTİK)’in, Avrupa Bölge Temsilciler Kurulu Başkanı Turgut Torunoğulları ve Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) Genel Sekreter Yardımcısı Adem Yavuz yüreklere su serptiler…
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde deve tellal iken pire berber iken kardeşim dedemin elinden tutmuş yürümüş yürümüş ormana gitmiş. Gelelim masalımıza; Masallar diyarındaki Mutluluk ormanında heyecanlı bir bekleyiş varmış. Çünkü onlara yakın olan köylerden birinde pazar kuruluyormuş. Çocukların bir kısmı annelerine pazarın ene olduğunu sorarken bir kısmı da pazarın haftanın günü olduğunu düşünüyorlar. Fakat diğerleri de alışveriş yapılan yer olduğunu da biliyorlarmış. Annelerine sormuşlar:
Hollandalı bir anne, Türkiye’de kurulan bir hayat ve sanatla sınırları aşan bir anne-kız hikâyesi.
ÖTÜKEN millî kültür merkezi işlevini sürdürüyor; uzunca süredir düzenli olarak yayınlanan Millî Mecmua ve Söğüt dergilerinin yeni sayıları, belirlenen konularda yazılan ciddi emek ve düşünce ürünü makalelerle yayınlandı.
Kim bilir aramızda yüce yüce kaç dağ var? Yine de kalplerimiz arasında bir bağ var. Sen çağır ben gelirim, her emrine uyarım. Ayağına diken batsa ben bağrımda duyarım.
Doğup büyüdüğümüz memleketimizde, küçüklüğümden beri, büyüklerimizden duyduğum güzel ve anlamlı bir deyim vardı. Halen yeri geldiğinde bilenler tarafından dil ve konuşmaya dikkat çekilerek derler ki: *Dilim senden çektiğim zulüm* "İnsanın hep çektiği dilinin belasıdır".
Bir zamanlar, “İsmail Güngör’ün oğlu Veyis” denilirken, şimdilerde “Veyis Güngör’ün babası İsmail Güngör” denilmesinin yarattığı üzüntü.
Örgün eğitim sisteminin öncelikli görevi millî benlik ve kimlik kazandırarak benzeşmeyi güçlendirmek, ahlâklı, erdemli, bilinçli insan yetiştirmektir. Bu hedeflerden sapmalar, ayarsızlıkların da, ayarsızların da çoğalmasına yol açar. Öz güven, kavramı, bireye özgü sanılan ahlâk ve erdemle temellenmiş şahısların benzeşerek bizleştirilmesini sağlayan enerjinin adıdır. Bu enerjiyi canlı tutmak için târih adlı bilgi alanından âzamî ölçülerde yararlanmak gerektiği unutulmamalıdır.
Akıllı, bilinçli siyâsetçi ve bürokratlar gerek örgün eğitim sistem ve araçlarından, gerekse yaygın eğitimin imkânlarından yararlanarak bütünleşmeci bir anlayışı gerçeğe dönüştürebilirler.
KÜL TİGİN / Kılıçların Günü Hayat hikâyesinin ‘Yayınlanmış Kitapları’ başlıklı bölümünden de anlaşılacağı gibi, “ Ötüken Neşriyat bünyesinde baskı rekortmeni / kıdemli yazar ” ifâdesiyle tanıtılabilecek olan Hasan Erdem, 16. Romanında ‘Kül Tigin’i anlatıyor. ‘ Tigin ’, Orta Asya Türklerinde, Osmanlı Cihan Devletindeki şehzâde kelimesinin yerine kullanılmıştır. Hükümdar soyundan gelen erkek evlât demektir.
Adada yaşanan her yeni seçim sonrasında özellikle KKTC de yeni bir süreç başlar. Ama adanın güneyinde kurulu GKRY de sadece yöneticiler yenilenir ama süreç hep aynı kalır!
93 Harbi’nin hem Doğu, hem de Batı Cephesi’nde Rus ve Ermenilerin yaptığı büyük katliamların, gerekse 1910-1913 yılları arasında Balkanlarda Ermenilerin, Rumların ve Bulgarların yaptığı mezâlim ve jenosit nitelikli cinâyetler henüz belgeleri ile kitaplaşmamıştır. Bu konudaki birçok belgenin - E vlâd-ı fatihandan olan- geçen yıl kaybettiğimiz diplomat târihçimiz Bilal Şimşir Bey’de bulunduğunu kendisinden işitmiştim. Târihçilerin 1900-1922 ’nin olaylarına yeniden yoğunlaşarak derinlerdeki gerçekleri araştırmalarını, başımıza gelenlerdeki emperyal oyunları ve ışıklı şahsiyetleri gündemde tutmalarını geleceğimiz açısından elzem sayanlardanım.
ADÂLET Hukuk’un gözü kapalı; elleri yok tutulası… Ayakları yürümüyor, beyninde dünyanın pası!..

