Türk kökenli topluluklara özgü olan etno-genetik kodlar ile kültüre âit kavram ve bilgiler, en eski tahkiyeli metinlerin içindedir. Bu metinler, en eski zamanlardan 1700’lü yıllara kadar olan kişi ve olayları yer yer gerçeğimsileştirerek yansıtmaktadır. Mit(söylence), destan (epos), efsane (lejand) ve masal (tale) adlı veya nitelikli metinlerin yapısında, sosyolojik, filolojik değişim ve dönüşümler de, târihîlik de bulunmaktadır. Türk kökenli topluluklara âit ortak hafızaya kaynaklık eden bu metinlerin pek azı yazıya geçirilmiş, ozan, meddah anlatımıyla nesilden nesile aktarılarak yaşaya gelmiştir.
Târihçi, şahısları, devletleri, kurumlaşmalar ve şartları yeterince bilmekten doğan bir hak ile olayların hem sebeplerini hem de sonuçlarını hükme bağlarken evrilmelerin şiddetine de işâret etmek zorundadır . Târih, güven verici kaynaklara, ortaklaşmış bilgilere dayanarak -ayrıntılardan kaçınarak- oluşturulan geçmiş bilgisidir. Târih, ideal ve ideolojilerin biçimlendirdiği insan topluluklarının hem birbirleriyle yarışmasına, hem örtülü ve açık savaşlarına ve sonuçlarına âit bilgidir.
İki fasıl (alt bölüm)dan oluşan birinci bölümün ilk iki faslı, târih ile ilgili başkalarının tanım nitelikli cümlelerin alıntılanması ve İbnülemin’in o cümlelere dayanarak şahsî “Mülâhaza”larını, târihin ve târihçinin özelliklerini anlatan kendi nazmını yansıtmaktadır. ‘Üçüncü Bâb’ın -özellikle de ikinci faslını okumamış olanlar, emperyal oyunlarda dirayet göstermeyi; diplomatların neler bilmesi ve yapması gerektiğini öğrenemeden yetki kullanmış olacaklardır.
Târih Bilgisi, Târihçi Dikkati Bilmek isteyenin, tanığı olma ihtimali bulunmadığı geçmişe beş ana yönelttiği görülür:
İnanç, askerlik, idare, siyâset, bilim, sanat, felsefe alanlarından birinde (nadiren bir kaçında) geçmiş sayılan zaman dilimine damgasını vurmuş seçkin şahsiyetlere önder/lider diyoruz.
Kavramlardan biri olan yakın, uzak ve çok eski zamanlara âit geçmiş bilgisinin adı Türkçe değildir. Anlatanın yaşadığı zamandan önce gerçekleşmiş bulunan olaylara, kişilere, durumlara âit geçmiş bilgisi sayılanları, Arapçadan aldığımız târih kavramıyla adlandırıyoruz.
Sınırlı Bir Ömür Evren, yaratıldığ ı andan büyük yok oluşa kadar, içinde bulunan varlıkların ömürlerini tamamlama alanıdır. Her varlığın sınırları belirlenmiş bir ömrü vardır. Evrendeki varlıkların her birinin işlev ve ömürlerini tamamladığında kendine özgü birer geçmiş adlı zaman diliminin parçası olmaktadır. Geçmiş kavramı, ömrün sınırlarını belirleyen büyük sistemin zaman adlı parçacığının ismidir.
Değerli SADIK TURAL Hocam, 2002'de, Türkçemize çok büyük zarar veren "katı kamplaşma" hakkında, çok cesur ve çok haklı bir açıklamanız olduğunu, bir vesileyle okudum! Keşke o dönemlerde sizi takip edebilseydik!..
Nebiler ve Resulle r, diğer insanların yapamayacağını, söyleyemeyeceğini, söylerler, yaşarlar. Buna mucize denir. S onraki basamak velîlerin, sûfilerin keramet denilen hâlleridir. Bu türden hâller,yaşantılar ve bilgiler, zaman ve mekânı aşar. Üçüncüsü fen ve tabiat bilimlerinde veya sosyal bilimler ile sanatta, buluş, icat veya yeni bilgiler var edenlerin, dehâ sayılacak yansıtmaları.
Şairler ve yazarlar, toplumdaki çürümeler karşısında çığlık atanlardır. Her okuyucu, özellikle de araştırıcılar, şair ve yazarların, hayat hikâyelerini de, hangi toplum tabakasına hitap etmeyi ısrarla sürdürdüğünü, hangi ideal ve/veya ideolojilerin sözcüsü olduğunu da bilmek isterler, biyografilerini de. Bazı Avrupalı araştırıcılar, şair ve yazarların densiz ve/veya suça meyilli olduklarını; kendilerini kitap aracılığıyla kurtarmaya çalıştıklarını; sıkılganların, cânilerin bunların arasından çıktığını söylüyorlar.
Kıssaların mesajı şu: “İnsanlar ve cinler, size tekrar tekrar söylüyorum: Bilgi saydıklarınız, benimsedikleriniz, yanlış tercih ve tahlillerdir, doğru olmayan hükümlerdir. Benim verdiğim bilgiyi öğrenin” . Vahiy muhataplarının çoğunluğu Elçi’nin tebliğini dinlemeyip onlara karşı çıkmış, taşlamış, kovmuşlardır.
Yazılım (kader) kavramı belirlenmişlik nitelikli ön hükümler anlamındadır. Yedi âyet olan Fatiha Sûresi’nin, her birinin bir yüce bekleyicisi var. Yedi âyetin yedi ayrı gök katında kendi yörüngesinde dönmekte olan yedi büyük gezegenle de ilişkili olduğunu söylenmektedir. 8. kat, sabit yıldızlar alanıdır. 9. kat ise arş-ı âlâ. ...
İnanç/iman özü yıkayan, insanlaştıran, ruha yön veren kabullenmelerdir. Özde değil kabukta kalan inanç, ilkelliğin bir başka boyutudur. İnancını yobazlık olarak yansıtanlar ise ilkellikten kurtulamayanlardır. Bir inanç grubunun din sayılması için, Allah/Rab/Yaratan inancı; Yaratan’ın görevlendirdiği elçi; elçinin aldığı vahiy nitelikli emir ve yasaklar gereklidir. Toplumlardaki yaşanmış ve yaşanması gerekeni, vahye dayalı din anlatıyor.
Söz’ün edebiyatlaşması Kelimelerin Can ve Ruh kazanması Karac’oğlan sevgilisine, “Bu gece ayın 14’ü, 21.15’ten sonra çıkar mısın? Seni görmek istiyorum; hem konuşuruz hem de öpüp koklaşırız.” demiş... Kız da kabul etmiş. Karac’oğlan gecenin ortasına kadar beklemiş, kız gelmemiş. Şafak sökmeye başlamak üzere, saatine bakmış, beşe yirmi var. Sinirlenmiş: ‘Ey cadı niye gelmedin?’ demiş. Hayır, bu ifadelerdeki kelimeler doğru değil : Karac’oğlan’ın da, kızın da saati yoktu. Onların zaman bilgisi, güneşle ve ayla. O, sinirlenmemiş ve demiş ki: “Ay da geldi orta yeri dolandı/ Kavil verdi cahil gönlüm inandı/. Bilmem gaflet etti uyudu kaldı/ Sö z verdi de ela gözlüm gelmedi.”
Türkçede “Edebiyat” adlı bir kelime var. Batı dillerindeki karşılığı “Literatür” . Batıda literatür kelimesi aynı zamanda bir konudaki yazılmış kaynaklar listesi demektir. Literatür kavramı, yaklaşık 400 yıldır sözle ve güzel ifade edilmiş bütünlükler ( kompozisyonlar) anlamını taşımaktadır.
İnsan zihni genellemeyi çok seviyor; hâlbuki en tehlikeli hüküm verme yolu her şeyi bir torbaya doldurmak, herkesi aynı terazi ile tartmaktır. Bu tehlikeli duruma karşılık bir söz sanatı var ki onu kullanırken tehlike aklınıza gelmez: Tekil olanı veyâ tekil gibi söyleyerek çokluğu/çoğunluğu kastetmek, düşündürtmek, çok olana bağlı çağrışımlar oluşturmak, mecâz-ı mürsel sanatını oluşturur. Bu türden genellemeler mâkul, meşrû ve mecazlı ifâde sayılır. Bir örnek de bunun için vermeliyiz:
Diğer yandan İslâmiyet’e giren Türk soylu halklarda bu inanç ve uygulamalar Hz. Fatma ile bağlı olarak yaşaya gelmiştir. [1] [1] Hz. Fatıma’nın ellerinin, nefesinin, duasının şifa verici, bereket kazandırıcı olduğuna inanmak Türk soylu halklarla mı sınırlı, bunu bilemiyorum; ancak hem Türkiyede hem Türk soylu halklar yurdunda bizzat şahidi olduğum bir uygulamaya (ritüel demeye dilim varmıyor) işâret etmeliyim: Hasta, şifacı, el almış, ocaktan olduğu bilinen orta yaşlı bir kadının önüne sırtı dönük oturur. Başta üç kere, “Benim elim değil, Fatıma anamızın eli, sayrılık gitsin, albızlar, alkızlar gitsin biiznillah, inşallah… Fatıma anamızın yüzü suyu hürmetine, duası hemen kabûl olan ulu kişiler yüzü suyu hürmetine, elim benim değil Fatıma Anamızın eli, şifâ Allah’tan…” diye üç kere deyip sonra Kur’an’dan, İsrâ suresinin, anlamı, “Biz inananlar için öyle bir Kur’ân indirmekteyiz ki, o büyük bir şifâdır ve yüce bir rahmettir” olan 82. âyetinin Arapçası ile Şuarâ Suresi’nin 80 ve Nahl Suresi’nin 69. âyetini -ki bunlar toplam 23 kelimedir, Fâtihâ kadardır- okuyorlar; ardından üç kere yine “Benim elim değil, Fatıma Anamızın eli…” duasını takrarlayıp bu esnâda da hastanın başını yüzünü omuzlarını sırtını sığıyorlar. Türkçedeki sığamak fiili oldukça zengin anlamlı ve işlevlidir…
Analar şiirinde, Bâkiler’in çektiği fotoğraflara yansıdığı kadarıyla ‘anne’lerin altı ayrı görüntüsü vardır: Garibin annesi, fakirin annesi, şâirin annesi, şâirin kayınvalidesi ve şâirin çocuklarının annesi.
Kur’ân’ın hikmetlerinden birkaç örnek verelim:
Bir insanı hayata getirip ( doğurup ) veyâ o ölçüde sâhiplenip, bebek, çocuk ve ergeni yukarıda sıraladığımız korkulardan kurtarabilecek, onun en yetersiz, güçsüz ve beceriksiz zamanlarında ihtiyaçlarını karşılamayı üstlenecek insan, annedir… Gerçekten duru ve temiz sevgi, karşılıksız şefkat, beklentisiz himâye (arka çıkma, dayanak olma, sâhip çıkma) ve çâresizliğin sınırlarını zorlayan bir fedâkârlık, analık duygusunun hikmetleridir.

